Önünde, yol arkadaşlarının hepsini kaybettiğin, uzun, upuzun bir yol… Elinde, bütün hayatından geriye kalan, bir çöp poşeti dolusu eşya… Geleceğe dair hangi hayalleri kurabilirsin artık? Hayal kurabilir misin ki? O gücü kendinde bulabilir misin?
Canlarını güç bela kurtaran ancak moloz yığınına dönüşen evlerinden bir iğne dahi alamayan insanlardan biraz daha şanslısın sen çünkü binan ağır hasar almış fakat çökmemiş. Oraya adım atmak bile çok riskli şimdi. Apartman girişindeki patlamış kolon tehdit edercesine tıslıyor. Çatlayıp dökülmüş sıvalar göz korkutuyor. Basamaklar parmak sallıyor. Sen de bir depremzedesin artık. Olan biten her şeye rağmen kafanı toplamaya çalışıyor, borç harç bulduğun parayla bir vinç kurduruyorsun. Sağlam kalmayı başarmış üç beş eşyayı, ancak o vinçle, evine dışarıdan girip almayı deneyeceksin çünkü. Başka çaren yok. “Çaresizlik” kelimesinin anlamını, hayatında belki de ilk kez, iliklerine kadar hissediyorsun. Çaresizlik, yalnızlık, sahipsizlik, acı, kaygı, keder, umutsuzluk… Bütün bu duyguların girdabına her saniye, her dakika ve her saat biraz daha kapılırken, şu an aynı hisleri seninle paylaşan binlerce insan olduğunun farkındasın. Onca parayı gözden çıkarman yetmiyormuş gibi, “adamını” bulup da büyük güçlükle kiraladığın vinç nihayet geldi işte! Bir vinç, kendisini kiralayan depremzedeye sadece bir saat hizmet veriyor. Biliyorsun bunu. O bir saatin on beş dakikası kurulumla geçiyor. Geriye kalıyor sadece kırk beş dakika! Kırk beş dakikada elle taşınabilir ne alabilirsen alacaksın evinden: sizinkilerin düğününden geriye kalan birkaç değerli takı, “dar” günler için kenara koydukları bir zarf dolusu banknot, orta büyüklükte üç beş mobilya ve evvel zaman içinde “yaşadığını” sana hatırlatacak bir fotoğraf belki, sarsıntıda düşüp kırılmamayı başarmış bir biblo, çocukken çizdiğin resim, erkek kardeşinin çok sevdiği masal kitabı, ablanın kırmızı fiyonklu tokası, o yağmurlu aralık akşamı eline tutuşturulan “Seni seviyorum” notu, ebeveynlerinin düğün davetiyesi, babaannenin eşarbı, canlı veya cansız her varlık gibi senin de bir tarihinin olduğunu ara sıra kulağına fısıldayacak olan tanıklar…
Bir zamanlar beşinizin yuvasıydı burası, sığınağınızdı, annenle babanın -uğruna yirmi yıl harcadığı- emeğiydi, yaşlandıklarında onlara huzur vadeden iki göz odaydı, vicdansız ev sahiplerinin elinden hepinizi çekip alan kurtarıcıydı. Anneanneden yadigâr şu vitrin, ahhh! Yok, mecburen kalacak o burada. Her baktığında sana babanı hatırlatan koltuğu alabilirsin belki. Evet, evet, koltuğu aşağıya indirebilirsin. “Son on beş dakikaaaaa!” Nakliyecinin dışarıdan (İçerisi ile dışarısı ters düz oldu gerçi artık!) gelen sesiyle telaşa kapılıyor, panik hâlinde bir sağa, bir sola yalpalamaya başlıyorsun. Alman gereken her şeyi aldın mı acaba? Bir daha hiç giremeyeceğin bu evdeki, şu an varlığını hatırlayamadığın en küçük eşya bile, ömrünün geri kalanında pişmanlık çölünde kavurabilir seni çünkü, biliyorsun. “Son beş dakikaaaaaaaa!!!” Adamın sesi daha keskin bu sefer, daha acımasız, daha kararlı. Sana tanınan bir saatin bir dakika bile fazlasına sahip değilsin. Doğup büyüdüğün bu evde, koskoca ömürleri ardında bırakırken, zorlamaya devam ediyorsun beynini ama sana karşı gelmeye başlıyor o. Şakakların zonkluyor. Gözlerin kararıyor. Telefonun; tutkunu olduğun türküyle çalmaya başlıyor, her zamanki gibi. Müzik, o aynı hüzünlü müzik ama şu an daha bir hüzünlü sanki. Sözlerini hem çok iyi bildiğin bir türkü bu hem de aynı sözleri ilk kez duyuyorsun sanki. Kendi evindesin şu an ancak daha önce hiç gelmediğin bir yerdesin sanki. Yirmi üç yıllık hayatına odanın penceresinden tanıklık eden şu asırlık çınarı ilk kez görüyorsun sanki. Kül rengi gökyüzüne ilk kez bakıyorsun. Hatay’ın, artık sadece keder kokan havasını ilk kez soluyorsun. Yaşarken, ölmüş olduğunu ilk kez hissediyorsun. Bir ölünün bile kendisini ölü hissedemeyeceği kadar ölüsün bugün. Bir ölü gibi, artık hiçbir geleceği olmayan… Bir ölü gibi, yaşarken kim olduğunun hiçbir önemi kalmayan…
Çalın davulları çaydan aşağıya aman aman
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya
Suyumu da dökün boydan aşağıya aman aman
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver*
* “Selanik Türküsü” veya “Çalın Davulları”
27 Mart 2023 Pazartesi
(Bu blog yazısı; çevrim içi aylık kültür, sanat ve edebiyat dergisi “Mikroscope”un 21. sayısında da yayımlanmıştır.)
1974, Ankara doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldum. Yüksek lisansımı Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptım. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldım. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldım. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladım. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğum Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulundaki görevimi sürdürmekteyim. Ayrıca, üç Javier Cercas romanına ve Mary Renault tarafından kaleme alınan “Büyük İskender Üçlemesi”ne emek vermiş bir çeviri editörüyüm. Kurucusu olduğum Kitap Kurtları Kulübü ile ilgilenmeyi ve gerek kendi edebiyatımızdan gerekse dünya edebiyatından isimlerle yaptığım röportajları, yazdığım denemeleri blogumda paylaşmayı seviyorum.
Kendimle ilgili, öz geçmişimde yer alan nesnel bilgiler bunlar. “Ben kimim?” sorusuna vereceğim öznel cevaplarım ne derece doğru olur, taşıdığım etiketlerin kaçını burada bir çırpıda sıralayabilirim, bilmiyorum. Dolayısıyla sadece şunu ekleyip konuyu kapatmayı yeğliyorum: Okumayı, yazmayı, araştırmayı, öğrenmeyi, sorgulamayı, seyahat etmeyi seviyorum ve bazı insanlara rağmen hâlâ “insan” kalmaya çabalıyorum.
32 Yorum
Gözlerim yaşardı okurken.
Kaleminize elinize sağlık
Okuduğum her satırda daha bir içine girdim.. sanki benim başıma gelmiş gibi ne güzel anlatmışsın ablacigim. Keder, hüzün.. Ne yazık ki; başımıza gelen her felaket gibi oradaki insanlar, yaşadıkları çaresizlik hala devam ederken biz çok çabuk unuttuk. Bu insanlar depremde ölmedi belki ama yaşarken öldüler.. Sevdikleri insanlar kaybetmemiş gibi evlerinden oldular banyo yok, su yok çaresizlik.. Bu insanların yaşadıklarını hayal bile edemiyorum şu an.. Devlet babayı bekliyorlar.. Acımasız hayat,hem de çok acımasız.. Ablacigim sen daha çok yaz ki; depremzede kardeşlerimize ses ol, nefes ol.
Yüreğimden bir parça alıp gittin. Hüzünden ziyade, acı doldum.” Bizim büyük çaresizliğimiz” adlı filmimizin bilmem kaçıncı versiyonu bu. Her defasında aynı…
Ama ben deprem ülkesi olduğumuzu red ediyorum !
Biz deprem ülkesi değiliz. Biz yaşananlardan inadına ders almayan, bilime bilerek kulak tıkayan abidik gubidikler ülkesiyiz. Deprem ülkesi Tayvan’dır, Japonya’dır.
Deprem ülkesiyiz dediğimizde sanki ” e ne yapalım kader bu” der gibi, olanları haklı çıkarıyormuşuz gibi geliyor.
Hayır, Biz deprem ülkesi değiliz!
Çiğdemcim hasarlı evin içinde kendimi hissettim biran nasıl güzel bir dille anlatmissin. Kalemine sağlık inşallah o günleri hiç birimiz yaşamayız teşekkürler
Bunu yaşamayı tahayyül edemiyorum lakin okumak için bile tekrar tekrar gücümü toplamam gerekti. Demek ki yaşanması olası duygu ve durumları çok gerçekçi ifade etmişsin Çiğdemcim. Bu acılar artık tarihimizin ve benliğimizin bir parçası. Onların bize ne yapacağı, hangi aksiyonları aldıracağı, hangi içsel değişime sebep olacağı (umarım) bize bağlı artık. Elbette bu gerçeklerden yüz çevirmemek değişimin ilk ayağı. Buna vesile olduğun için sana teşekkür ediyorum…..
Çok üzücü çok …
Yoğun acılı bir yazı olmuş Çiğdemcim
Kalemden gönüllere bir ilişki bu.
Güzel günler bekliyordur hepimizi umarım
Sevgilerimle
O kadar orada gibi yazılmış ki bir an kendimi orada hissettim hatta o eve , o odaya gittiö . Tüylerim değil diken diken olmak tüm hücrelerime kadar buz kestim. Çok çok güzel anlatılmış
Çok acıydı yaşanan. Orada olanlardan biriydim ben de manen. Günlerce enkazdan birilerinin çıkarılmasını izleyip sevindim hüzün ile. Bizim hissettiklerimiz, depremi yaşayan kardeslerimizinkinin binde biri belki…
Allah kalanların yardımcısı olsun, sabırlar versin demekten başka elimizden birşey gelmiyor ne yazık ki.
Bu yaşanılan 6 Şubat depremlerini ve sonrasını hiç UNUTMAMAMIZ gerek.
Sen de güzel yüreğin ve kaleminle, yaşanılan ev ve oradan alınan hatıra niteliğindeki eşyaları dillendirerek, içimizi yakan bir yazı döktürmüşsün yine…
Yüreğine sağlık Çiğdem’ciğim…
Değerli Hocam,
Her mısrayı her satırı okuduğumda o anlar yaşamız gibi hissiyata kapıldım.
Kimilerine göre kırk beş dakika çok uzun bir zaman, kimilerine göre de o dakikalar bir saniye gibi gelir insana.. zamanla yarış kolay görünsede aslında o kadar da kolay değildir.
O kırk beş dakikayı güzel şeyler yaşamak dileğiyle,,
Sevgi ve saygılar
Yaşananlarda, yaşamadan acılarını hissedebilmekte neresinden tutarsak acı dolu. Bu kadar kayıpla tarihe geçmemize mi yanalım yoksa depremin her an tekrarlayabileceğine mi ya da hala bir önlem alamayışımıza mı, yoksa bu kadar çabuk unuttuğumuza mı?
Ellerinize kaleminize sağlık Hocam. Noktasına virgülüne kadar içim acıyarak okudum.
Sanki bir belgesel o kadar gerçekçi bir yazı fakat belgeselden farkı duyguyu çok iyi ifade etmiş olması. Bir hüzün ki sonu gelmez…
Yüreğim yana yana okudum. o acıyı o korku ve çaresizliği bir kez daha iliklerime kadar hissettim. Sağolasın umarım unutulmaz. bu kez gereken dersler alınır .umutla yaşamak gerek yitip giden hayatların acısıyla…..
İliklerime kadar hissettim o anların hüzünlü telaşını, acısını, gidenlerle beraber kayboluşu…
Canim Cigdemim aciyi kelimelere doktugun yazin cok duygu dolu. Bu huzunlu deneyimi hic kimselere yasatma Allahim
Kalemine saglik tesekkur…
Henüz 6 Şubatta ki depremin şokunu atlatamadım. Acının tarifi olmaz ama Şu anda yazınızı okurken bile acıyı yüreğimde hissettim.Bunu ifade etmek çok zor. Tekrarını yaşamak nasip olmasın. 45 dakikada ne alınır. Ben hiç bir şey almam önce can sonra canan misali canımı kurtarmaya çalışırım.Yine çarpıcı bir konuya değinmişsiniz. Yüreğinize, kaleminize, emeklerinize sağlık sizi hem takdir hem de tebrik ederim .hayırlı geceler diliyorum sevgilerimle.
Çiğdem’mim,
O damardan giren kalemin o kadar estetik ki…. Anı ve aidiyet, mülkiyet ögelerini iç ses ile anlatıp somutlaştırmışsın ve hissettirmişin en derininden. Ama ben en çok yazında şunun altını çizdim: “Çaresizlik, yalnızlık, sahipsizlik, acı, kaygı, keder, umutsuzluk…” Ve benden de bir katkı olsun: bir gecede “yurtsuzluk”. Maslowe’un piramidinin en dibi: susuzluk, açlık, insani en ufak ihtiyacın mücadeleye dönmesi, güvende olamamak… tabiatın, soğuğun, yağmurun işkenceye dönmesi…Memleketine geri döndüğünde hakkının gasp edilip edilemeyeceğini bilememek…yetimler…yetimin sahipsizliği ve çaresizliği…Bunlar da beni kahredenler… Hayat da Hatay da devam edecek, küllerinden daha da güzel doğacak, eminim bundan çünkü ellerinde mezar üzerine atılan mersin dalları, tüten bahhur ile kadınların kararlı “geri geleceğiz” diye enkaz sokakları inletmesinden…
Ve paylaştığın türkü benim en sevdiğim türkülerdendir ve sevdiğim birisinin de sevdiği türküymüş, Mustafa Kemal’imin!
Deprem ve yaşananlar çok acı. Ama yaşatanlar daha da acı. Zamanında gelmeyen kurtarma, var olduğu halde zamanında verilmeyen çadırlar, zamanında açılmayan yollar. Saymakla bitmiyor ki! Bu bizim kaderimiz değil, yazgımız. Biz hayatı yanlış başladık. Oyunu yanlış taşlarla oynadık. Onun için ne yaparsak yapalım, bu bizim yazgımız. Düşüncemiz bundan sonra yanlış taşlara yanlış atlara oynamamayı becerebilirsek ne mutlu. Balık hafızamız gerçek hafızaya dönüşürse, sorun yok. Yine balık hafızalı olup, kısa sürede yanlışları unutursak! Vay halimize! Yazına, kalemine, gönlüne sağlık. İyi ki varsın iyi ki böyle konuları dile getiriyorsun. Teşekkürler…..
Olağan-üstü bir durumu ,ince ,duygulu,ayrıntılı yine de olağan yalınlıkta anlatabilmek , üslubunuz etkileyici. Ağdasız ama es geçmeden geçmişi bugünle kucakliyorsunuz . Sayenizde yazar olamadan eleştirmen olacağım…Başarılarla yeni yazılarınızı bekliyoruz.
Kübra hanım,
Çok büyük bir felaket yaşadık.O kadar yaşayarak yazmışsınız ki, okurken acıyı hissediyor insan..Kaleminize sağlık.
Çiğdem eline, beynine yüreğine sağlık…
1999 Gölcük depremine gitti hafızam. İnsanca yaşamak bu kadar mı zor. Neden bunca çalmak, çırpmak, hayasızlık…Ama andığımız sürece varız elbet. Bazen, ağır acıdan kaçsak, unutmaya çalışsakta…
İçim sızlıyarak okudum yazını.Allah böyle bir kederi kimseye yaşatmasın.Çok hüzünlü.Kimse geçmişinden bu şekilde kopmak istemez.Emeğine sağlık cnm.
Ah be Çiğdem..Hissettiklerimi sen ne güzel yazmışsın, okurken ağlattın beni..Seni de, kalemini de çok seviyorum…
içim sızlayarak okudum.Caresizlik.
yaşayanlara güç diliyorum.Hepimizin başına gelebilir..Odalardaki eşyalara baktım.Taşınır taşinamaz..Benim için anlamı önemli…İlk olarak fotoğraflarımızı dijital ortama taşıyacağım.Aklıma bu geldi…Kalemine sağlık..Dilerim, yaşamayız o günleri…
Kısacık bir yazıya bir ömür sığdırmak. Uykusuz gecelerimize, yemek yerken duyduğumuz suçluluğa, sıcaktan şikayet ederken birden susmaya ve elimizden daha fazlası gelemediği için duyulan ızdıraba tercüman olmuşsun. Bizim bu duygularımızın anlamsızlığını hatırlatmışsın.
Alp beye katılıyorum, aynen dediği; ‘ Bu yazı tarihe atılmış bir çıpa olacak ‘…
En empati kuramayacak katı bir insanın bile iliklerine kadar hissedeceği o ağrılı hisler öyle derin ki satırlarında ve bir o kadar da bu topraklardaki insanlardan uzaklaştıralamayan kabuslar, acılarla yapışmış gerçekleri bir kez daha farkediyor insan…
Gözlerim dolu dolu okudum bu yazıyı. Ne büyük acılar var. Ellerinize sağlık.
o hasarlı evin içinde geriye kalan kırkbeş dakikada yaşanmışlıklarla dolu nice hatıranın geride kalacağına dair içindeki hüzünlü kaygıyı öyle derinden hissettim ki… kalemine sağlık.
Duygu yüklü yazınızı dikkatli okudum. Nasıl da hissettirdiniz farkındalığı. Sizler gibi bilinçliler var oldukça coğrafya kader olmaktan çıkar.
Kutlarım duygu düşüncelerinizi ve kaleminizi.
Kaleminiz yorulmasın Çiğdem Hanım seviyoruz sizi
Acı her ne olursa olsun bizim topraklarımız da yaşayan “insancıklar” havasından mıdır suyundan mıdır çok çabuk unutuyor herşeyi …. Bunu unutmamamız gerektiğini bize tekrar hatırlattığınız için ve asıl şimdi birlik beraberlik zamanı olduğunu hatırlattığınız için minnettarım Bu yazınız ayrı bir kıymetli ayrı bir değerli …
Hocam hemen okudum son yazınızı …
İçim ezildi …
Biz o kadar büyüğünü yaşamadık ama aklıma Elazığ depreminde eve ilk girdiğimiz an geldi … bi de kalan eşyaları topladığımız zaman giriş kapısından annemin ve babamın adının yazdığı, oranın bizim evimiz/yuvamız olduğunu belirten o küçük metal levhayı söktüğüm an geldi … ve bu parça benim için ölüm/ağıt parçasıydı … daha küçükken izlediğimiz elveda Rumeli de yasemin Göksu’nun yorumuyla daha da “ağıt” halini “yakarış “ halini anlatan yorumu …
Herşey o kapıdan çıktığınızda bitiyor . Hatta o evleri yıktıklarında bile o apartmanın hiçbir zerresi kalmadığı halde o boş arsaya bakıp arsanın boşluğunu değilde o binanın yaz-kış , gece gündüz halini, ordaki günlerinizi , okuldan geldiğiniz o akşam üstlerini, komşularla bahçesinde hafta sonu kahvaltıları yahut akşam çayına oturduğunuz zamanları, güzel annemin önüne diktiği yediveren gülleri , babamın 11 senede ilmek ilmek emek verdiği meyve ağaçlarıyla dolu bahçesini, o binadan gelinliğinizle cıktıgınız ve kapıda bekleyen davul-zurna ile oynayışı, koca bi valizle gelinen biten evliliğin ardından akşam karanlığında döndüğünüz henüz merdivenindeyken bile huzur veren o yuvayı, pencerenin ardını, orda dökülen gözyaşları , atılan kahkahaları , balkonda oturup çay içişinizi ve daha bilumum şeyleri …
ama o bina yıkılsada asla ardında bıraktığı boşluğu göremiyorsunuz … Her zaman en canlı haliyle gözünüzün önünde bi perde misali canlanıyor ve bütün bunlar gözlerin önünden film şeridinden bile daha hızlı geçiyor …
Nihayet herşey bitip ardında koca bi moloz kaldığında o evin önünde ki koca dut ağacı -ki altında yıkanan halılar, üstüne çıkılıp yenilen yahut toplanıp altında pekmezini yaptığınız dutlar – öylece koca heybetiyle bakıyor . Tüm heybetiyle ben hala burdayım ve bütün yaşanmışlıkları molozdan çıkan o toz bulutları unutturmasın diye pasparlak yaprakları ile üfürüp dağıtıyor…
Kaleminize sağlık , bu defa beni çok ağlattınız …
Sizi seviyorum
O kadar güzel ifade edilerek yazılmış ki,kendimi o kişi gibi hissettim,nefesim kesildi,vaktim daralıyor,anılarımı nasıl toplarım,nerden başlarım,nasıl yetişirim geçmiş anılarıma diye telaşlandım.Bir buçuk aydır,medyadan canlı canlı yaşadığımız bu acıyı şu an,o olay başına gelen insanların bakış açısından hissetmenin hüznü çöktü içime.Allah bir daha böyle bir keder yaşatmasın,kaleminden güzel aşk hikayeleri dökülsün
Bu yazı tarihe atılmış bir çıpa olacak. Yaşanmasını hiç arzu etmediğim hâlde bir deprem ülkesi olduğumuz için yaşanacağını bildiğim bir sonraki depremde bu yazıyı noktasına virgülüne dokunmadan yine paylaşabileceksin çünkü bu ülkede hiçbir şey değişmeyecek. Aynı topraklarda yaşayan insanların felaket anında iki farklı yüzünü görmeye devam edeceğiz. Kimisi sahip olduğundan fazlası ile yardım etmeye çalışacak kimisi de o yardımlardan kendine menfaat sağlayacak.
Yaşanan acılardan sonra o acıları yazmak zor ama çok da gerekli çünkü tarihe not düşmek ve unutturmamak lazım…