Arama Sonucu:

6 Şubat depreminin hemen ardından, yüreğimizi ısıtan yüzlerden biriydi o: acil tıp teknisyeni ve Ülkem Okuyor Derneği’nin çalışkan, becerikli, “her derde deva” başkanı Havva Aydanur Ertuğrul…

Havva Hanım ile yaptığımız bu söyleşide kitaplardan, Türkiye’deki kitap kulüpleri ile kitap fuarlarından, depremzede çocuklardan, depremin açtığı yaralardan ve daha birçok konudan bahsettik. Zaman zaman gözlerimiz doldu, bazen de kahkahalar attık konuşurken.

Son derece samimi ve içi iyilikle dolu olan bu sohbetin, başka iyilikleri peşinden getirmesi dileğiyle…

Heyoo!
Heyoo!

Havva Hanım, açılımı nedir “Heyoo”nun?
Herkes Yatmadan Önce Okusun. Projemizin devamı bu, sacayaklarından biri. Devamında, “Heyoo saati! 21.00’de kitabınızı elinize alın ve bize bir Heyoo videosu atın,” diyeceğiz çocuklara. Şimdi toprağa azar azar ekme noktasındayız. Çocuklara Heyoo’yu sevdiriyoruz.
Şahane!

Şu an hangi şehirde, ne yapıyorsunuz?
Antalya’nın Konya’ya yakın bir ilçesinde 112 personeliyim ve nöbetteyim şu an.

Türkiye’nin ilk ve tek kitap okuma ve okutma derneği olan Ülkem Okuyor’un başkanısınız. Ben sizi ilk kez, 6 Şubat depreminden birkaç gün sonra, televizyonda görmüştüm. Hatay’da, Gürkan isimli gencimiz ambulanstaki sedyede yatarken ona test kitabı sözü veren sağlık görevlisi olarak izlemiştim sizi. O haberi unutamıyorum. Sonra geçen yaz, Marmara Adası’ndaki Edebiyat Günleri etkinliğinde yüz yüze tanışmıştık.

Şu soruyla başlayalım isterseniz: Havva Aydanur Ertuğrul kimdir?
Otuz sekiz yaşımdayım. On iki yaşındaki Eray’ın annesiyim. Erken yaşlarda memuriyete başlamış bir sağlıkçıyım. On yedi yaşımdan beri çalışıyorum. Okumayı seven bir sağlıkçıyım. Hayat kurtarıyorum ve zor bir iş yapıyorum. O zor işi yaparken de kitap okuyorum, kitabın limanına sığınıyorum. Kadınların okutulmadığı bir toplumda, okutulmuş şanslı kadınlardan biriyim.

İLK KEZ BİZ, “BİR FELAKETTE KİTAP DA LAZIM!” DEDİRTTİK

Ülkem Okuyor Derneği olarak, bir felaketten sonra ilk kez kapı kapı dolaşıp kitap dağıtıyor, eğitimlerine devam etmek isteyen gençlere burs sağlıyorsunuz. Sizi artık televizyon ve gazetelerde de sık sık görüyoruz. Ülkem Okuyor Derneği başka ne yapıyor ve kimlerden destek sağlıyor?
Ben normalde okuyan bir sağlıkçıydım ve ne okusam diye düşünürken bir Instagram hesabı açtım. O zamanlar hesabımın adı “Acil Kitap Okuyucu” idi. Aslında derdim, başkalarının ne okuduğunu görmekti. Sosyal medyada kim, ne okuyor? Çünkü çevremde okuyan kimse yoktu. Yaklaşık iki yıl boyunca, sabit bir kitleyle ve yavaş yavaş büyüdü bu hesap. Kitapla ilgili bir hesabın çok büyümesini beklemiyorduk zaten ama birkaç ay sonra şunu fark ettim: İnsanlar neyi, nasıl, nerede, ne zaman ve kiminle okuyacaklarını bilmiyordu, birçok insan bana gelip edebiyatla ilgisi olmayan ancak “yazar” geçinen kişilerden bahsediyordu.
İşte tam bu noktada okuma grupları kurmaya başladım. Üç yıl önce çok az sayıda okuma grubu vardı, şimdiki kadar değildi yani. Ve bu gruplar ücretliydi. Mesela Kurtlarla Koşan Kadınlar isimli kitabın okuma grubuna katılmak için üç yıl önce 1.200 lira gibi çok ciddi bir ücret duydum, çok şaşırdım! Ve “Haydi, hep birlikte okuyalım!” deyip gruplar kurmaya başladım. İlk zamanlar ne Türkçe ne de edebiyat öğretmeni vardı aramızda. Halktan, okumayan kesimden kurduk bu grupları. Derken bu teşebbüs, kendi kendini besleyen bir kanal hâline geldi. Katılımcılar ne okumak istediğini bilmediği için ben de kendi okuduklarımdan listeler oluşturmaya başladım. “Polisiye okumak isteyenler şu beş kitabı okusun, tarihî roman okumak isteyenler şu üç kitabı okusun,” gibi… Giderek yayıldı bu ve insanlar okumaya başladı. Zamanla, kadrosu çok büyük olmayan ama etkisi güzel olan bir okuma kulübü hâline geldik. Taş çatlasa yüz küsur kişiydik ama okuduğumuz her kitap ses getiriyordu ve bizden sonra yayına çıkıyordu. “Binlerce kişi olarak kitap okuyoruz,” diyen okuma gruplarının kitap yayımlatmada hiçbir etkisi yokken Fakir Baykurt’un Eşekli Kütüphaneci’sini okuyup otuz bin baskıya çıkarttık biz. Öyle bir reklamı oldu kitabın. Yayınevi bizi aradı, “Herkes toplu sipariş veriyor Eşekli Kütüphaneci‘yi!” diye.
Bir parantez açmak istiyorum burada: Tamamen sosyal medyadan besleniyorsunuz, değil mi?
Evet, sosyal medyadan.
Bir deprem oldu. Ben sağlıkçı olarak, depremin ilk günü ilk saatlerde oraya gidenlerdenim. Gürkan’a söz verdim ama ben aslında Gürkan’ın nezdinde bütün çocuklara söz verdim ve yine o dediğim on üç on dört bin kişilik kitleye güvenerek söz verdim. Ben o videonun bu kadar ses getirip de tüm ülkeye yayılacağını bilmiyordum. Okuma grubumuzda kitaba ulaşamayan genç kızlara, ev hanımlarına kitap temin ediyorduk zaten biz. Okuma grubumuzun geneli memur, amir, hemşire, öğretmen yani kendi kitabını alabilecek durumda olanlardan oluşan bir okuma grubu. Yüz kişi içinde, mesela beş kişi kitabı temin edemiyor, diğer doksan beş kişi o temin edemeyen okuyucular için kitabı satın alıyor. Çok küçük bir gruptuk yani, ama yine de yapıyorduk bu işi. Gürkan’a da, kendi okuma grubuma güvenip öyle söz verdim.
Gürkan şu anda ne yapıyor? Kazanabildi mi üniversiteyi?
Kazanamadı ama Gürkan sahada gördüğüm birçok gençten çok daha iyi durumda. Maddi kaybı yok. Evlerini kaybetmediler mesela, kendi evlerinde yaşıyorlar. Dediğim gibi, sahada Gürkan’dan çok daha kötü durumda olan gençler var. Zaten ben ilk günden itibaren sahada olunca, misyonumuz da kitap olunca, yardım işlerini kitapla birlikte götürdük. Sanıyordum ki bütün okuma grupları, bütün eğitim dernekleri bizim gibi çalışıyor. Sonradan fark ettim ki, kimse kapı kapı kitap dağıtmıyor, kimse destek vermiyor, oradaki çocukları kimse çok umursamıyor. İlk kez biz, “Bir felakette kitap da lazım!” dedirttik. Bunu dedirtmiş olmaktan da çok ama çok mutluyum. Bu süreci sürdürülebilir bir şekilde devam ettirmiş ve “Kitap lazım!” dedirtmiş olmaktan çok mutluyum, evet. En önemlisi de, okuma kulüplerini ülkenin tam anlamıyla merkezine koymuş olmaktan dolayı çok mutluyum. Yazarların, bloggerların çoğu bu yıl okuma kulübü açtı, farkında mısınız?
Benim okuma kulübüm hâlâ devam ediyor ama artık misyonum başka okuma kulüplerine de, Şırnak’ın bir köyünde kurulan okuma kulübüne de okur yetiştirmek, Burdur’un bir kasabasındaki çocuğun da okumayı sevmesini sağlamak. Bizim amacımız, okur sayısını artırmak artık.
Okurluk temel olarak bilinmiyor. Türkiye’deki her bin kişiden dördü okur, bin kişiden altısı yazar zaten. Herkes yazıyor, kimse okumuyor. Sonra o yazarlar bile, “Kimse okumuyor,” diyor. Sen bir yazar olarak okuyor musun ki? Okuyan yazar, kendisini çok belli ediyor zaten. Benim derdim ülkeye, okuma kulüplerine, sınıflara, etkinliklere yardımcı olmak. Birçok öğretmen takipçim, velileriyle bu sene okuma kulübü kurdu ve benim tavsiye ettiğim listelerden okuma programlarını oluşturdu. Biz listeleri, derneğin geliri hâline getirdik artık. Derneğe bağış yapana listelerimizi gönderiyoruz. “Bu bizim acemi okur listemiz, bu otobiyografik listemiz, bu yedi-on üç yaş listemiz. Miktarı önemli değil, 10 lira da olabilir, 10.000 lira da ama derneğe bir bağış yap ki, bir başkasını daha okutalım biz bu sayede,” diyoruz.

OKUYAN BİR DERNEK; ORADA İNSANLAR ÇADIRDA YAŞARKEN, BİR DUVAR DİBİNE TUVALETİNİ YAPARKEN, BİR YILDIR DUŞSUZ VE TUVALETSİZ YAŞARKEN O ÇOCUĞU GÖRMEZDEN GELEMEZ

Siz aynı zamanda, depremzede çocuklar için evler de yapıyorsunuz, değil mi? Kitapların ötesinde de yardımlar yapıyorsunuz yani?
Normalde dernekler iki çeşit oluyormuş. Ben de bu işin içine girince, okuya okuya öğrendim. Bir dernek değildik biz, okuma kulübüydük. Ben devlet memuru olarak gidiyordum yardımlara. Üstümdeki formanın verdiği güvenle dağıtım yapıyordum. Malzemeye ulaşımım vardı. AFAD’dan malzeme alıp dağıtabiliyordum mesela. Takipçilerim gönderiyordu, ben dağıtıyordum sahada. Bir kurum geliyordu, bana malzemesini emanet edip gidiyordu. Ben onları dağıtıyordum. Sonunda “Tamam artık, dernek oluyoruz!” dediğimiz an, önce dükkân bulamadık Antalya’da. Ukrayna-Rusya savaşı çıktı, bütün kiralar dörde katladı. Aylık 50-60 bin lira kira istediler. Altından kalkabilir miydik acaba? Ne yapabilirdik? Sonra bir bina satın aldım köyümüzden. “Manavgat’ta vereceğimiz bir yıllık kira ile köyden bina alırız,” dedim ve köyden bina alıp o binayı dernek hizmet binası yaptım. O arada da, derneklerle ilgili süreci iyice öğrenme şansı yakaladım. Normalde gidiyorsun ve “Ben şunu yapacağım,” diyorsun, onlar da sana matbu bir tüzük veriyorlar. Tüzüğü alıp eve geldim, inceledim ve “Bu tüzük bana yetmiyor,” dedim. Benim yapmak istediklerime yetmiyordu. Böylece Eğitim ve Yardım Derneği’nden iki tüzük aldık. Hem Yardım Derneği hem Eğitim Derneği. Bu iki tüzüğü bir şekilde birleştirdik ve elimiz açık olsun istedik çünkü deprem bölgesinde ne yapacağımız belli olmazdı. Eğitim Derneği için “Çocuğa burs verebilirsin,” diyor tüzük ama “Ev yapabilirsin,” demiyor. Yardım Derneği için de “Çocuğa yardım edebilirsin,” diyor ancak “Burs verebilirsin,” demiyor. Biz bu ikisini, barınma hakkı sağlama, öğrencinin sosyokültürel seviyesini yükseltecek ortamları oluşturma gibi maddeler de ekleyerek güncelledik. Bu noktada elimiz açık artık, rahat hareket ediyoruz. Biz temelde, okuyan bir derneğin farkını gösterme derdindeyiz. Okuyan bir dernek; orada insanlar çadırda yaşarken, bir duvar dibine tuvaletini yaparken, bir yıldır duşsuz ve tuvaletsiz yaşarken o çocuğu görmezden gelemez. Öyleyse ne yaptık? Ben önce bir sunum hazırladım. “Böyle bir durum var. Ne yapalım? Ses verir misiniz bana?” dedim. “Heyoo! Biz buradayız,” dediler. O bizim “Heyoo!” sloganımız, bir nevi “Buradayım!” demek yani. Sağ olsunlar, sadece on üç gün gibi çok kısa bir sürede bir evi teslim ettik. Türkiye tarihinde bir ilk bu çünkü deprem bölgesinde şu an teslim edilen ev yok. Seçim maksatlı teslim edilmiş evler var ama onlara da en erken haziranda taşınılacak. Bireysel yapılan evler var tabii, o evleri depremzedeler kendileri yapıyor ama herhangi bir STK’nın teslim ettiği ev yok ortada, ilk kez biz teslim ettik yani. O yüzden de basında çok yer aldık. On üç günde bütün bunlar nasıl yapıldı ve arkasında kim ya da kimler var? Halk var, gerçekten halk var. Ben 50 liralarla yapıyorum, fark etmişsinizdir. Bir gider oluşuyor. “Bana 50 lira verecek iki bin kişi lazım,” diyorum ve gerçekten iki bin kişi “Heyoo, buradayız!” diyor. Yani mesela Nur’un evi için iki bin sekiz yüz altmış bir kişi, “Heyoo, biz buradayız!” dedi. Okuyan bir dernek olarak, yaptığımız bunca şeyi şeffaf yapmaya çalışıyoruz, her zaman dürüstçe yapmaya çalışıyoruz. Ben bu derneği kurarken bir söz verdim, gerçekten de yazılı olarak mal paylaşımımı yaptım. Dedim ki, “Benim şuyum, şuyum, şuyum var ve görev yaptığım sürece de çalmadan, çırpmadan bu işin yapılabileceğini göstermek istiyorum.”
Evet Havva Hanım, bu söylediğiniz gerçekten ciddi bir mesele. Artık Türkiye’de insanların kurumlara, derneklere pek güveni kalmadı maalesef. Aslında herkes iyilik yapmak istiyor fakat bunun doğru yere gideceğinden pek emin olmadığı için harekete geçmiyor. Şeffaflık politikasını benimsemekle çok iyi yapmışsınız. 50 lira bile olsa insanlar bilmeli ki, o para yerine gidecek.
Mesela ismi Refika olan bir bağışçımız var, soyadını vermeyeyim, 10 lira gönderiyor. Elinden bu kadarı geliyor Refika Hanım’ın çünkü. Refika Hanım’ın o 10 lirası ile 10.000 lira gönderen Samet Bey arasında ben bir fark göremiyorum çünkü ikisi de iyiliğe hizmet ediyor, ikisinin de yüreği iyilik için atıyor ve bizim hesabımızda ikisi de bağışçı satırlarını dolduruyor.
Bazı insanların 10 lirası, diğerlerinin 10.000 lirasına eşittir.
Evet, kesinlikle! Güzel gidiyor her şey. Toplamda yirmi bir okul, yirmi kütüphane açtık ve siz bu söyleşiyi yayınladığınızda biz muhtemelen yirmi birinci kütüphaneyi de açmış olacağız. İkinci evimizin de inşaatı bitti, üçüncünün inşaatına başladık.
Eğitim derneklerinin hiçbiri deprem bölgesinde yoktu maalesef. Az önce de değindiğim gibi, biz başta dernek değildik, bağışçıyla alıcıyı bire bir eşliyorduk sadece, o kadar. Ve süreçleri hep birlikte götürdük. Yani bağışçı alıcıya gönderdi parayı, bizim hesabımıza para girmesin diye. Bu süreçleri bile yönetmek o kadar zordu ki… Yedi bin yedi yüz öğrenciye bire bir kitap gönderdik. Yirmi bir tane çadır okulun açılmasını sağlayıp Hatay’da eğitimi devam ettirdik. Açtığımız bu okulların, tuvaletlerine varana kadar her şeyini biz yaptık. Gönüllülerim, her okulu her gün organize edip oralarda meyve suyu ve kek dağıttı. Ben belediyelerle ve Afet Organizasyon ile iş birliği yaptım. Her okulumuza öğle yemeği yollattım.

“Hatay’da ilk açtığımız çadır okulun ilk dakikaları… Depremin otuz yedinci günü… ‘Deli misin?’ demişlerdi bana. Deliymişim. Yine olsa yine yaparım.”

Sizi uzun zamandır sosyal medyada takip ediyorum. Deprem bölgesindeki en zor şartlar altında bile oldukça soğukkanlı görünüyorsunuz. Anaçsınız, sevgi dolusunuz, hatta muzipsiniz. Bunu nasıl başarıyor, tanıklık ettiğiniz onca acıya rağmen üzüntünüzü nasıl kamufle ediyorsunuz?
Bana bu soruyu soran çok oluyor, hatta daha çok da linç etmek için soruluyor.
Bir çocuğu sırtınızda taşıyor, onunla neşeyle oynuyorsunuz örneğin.
O çocuk hem anasız hem de babasız ve depremde bütün ailesini kaybetti. Yaşadığı binadan tek canlı çıkan kişi o.
Gözyaşlarınızı içinize akıttığınızı hep hissettim ben ama üzüntüyü saklayabilmek de kolay değil.
Aslında o durum, mesleki deformasyona giriyor biraz. On dokuz yıldır 112’ciyim. Ölüm benim için normal. Mesela dedem vefat ettiğinde de ağlayamadım ben. “Ölüm bu, normal,” dedim. 112’de “dışarıda kalmak” denen bir olay vardır. Psikiyatride kullanılır bu kavram, olayın dışında tutmaktır kendini. Deprem bölgesindeyken bir yanım, “Ben bu olayın dışındayım. Ben buraya görevli olarak geldim. Burada benim için duygusallığa yer yok,” diyor ama öbür yanım… Siz beni bir de eve gidince görün! Eve gittiğimde uyuyamıyorum. Ben rüyalarımda hâlâ deprem bölgesindeki çocukları görüyorum. Mesela bir çocuk var, depremin üçüncü günü videoya çekmişiz. Adı Öykü’ydü diye hatırlıyorum. Annesinin ve babasının enkazdan çıkmasını bekliyordu. Ben o çocuğu on dört aydır rüyamda görüyorum. “Sana ihtiyacım var. Herkese geldin ama bana gelmedin. Benim annemle babam öldü, biliyor musun?” diyor rüyalarımda bana ve çocuk hakkında hiçbir bilgim yok. Sadece bilinçaltım bana bu bilgileri veriyor. Çocuğu arıyorum. O çocuğu gördüğümüz noktada şu an tek bir ev bile yok, tek bir ev! Depremden hemen sonraki günler olduğu için de kim nereye gitti, kayıt altında değil hiçbir şey. İsminden emin olsam ne olacak? Kaç polis noktası gördüm, kaç AFAD yetkilisine sordum, o bölgedeki bütün konteyner kentleri gezdim. Bunca işin arasında ben bir de o çocuğu arıyorum. Çünkü bilinçaltımda o çocuk var ve o çocuk bana “Gel!” diyor. Niye böyle dediğini de bilmiyorum. Ya gerçekten çok zor durumda ya da yüreğim kendini sağaltmaya çalışıyor. Mesela bir ara da rüyamda ağlıyordum. Gündüz ağlayamıyorum ama rüyamda enkazdayım, ağlıyorum. Psikiyatrist bana, “Sen ağlama duygunu sağaltamıyorsun sahada. Muhtemelen de olayın dışında kalmak istediğin için yapamıyorsun. Bilinçaltın da sen uyuyunca gerçekleştiriyor bunu,” dedi.
Beraber oynadığımız, sırtımda taşıdığım çocuğu görmüşsünüzdür paylaşımlarımda. Şimdi altı yaşında kendisi. O çocuğun anne ve babası enkazdan çıkarılıyor. Binalarındaki herkes ölmüş. Anne ağır yaralı. Üçü de Mustafa Kemal Üniversitesi Hastanesi’ne götürülüyor. Anne ameliyata alınıyor fakat ölüyor. Çocuk kayboluyor ve günler sonra, WhatsApp gruplarının birinde, çocuğun nerede olduğuna dair bilgiye ulaşılıyor. Çocuk bugün bana hâlâ, “Ben annemi hastanede kaybettim. Hadi, gidip bulalım onu,” diyor. Ben bu yaşanmışlıkların çoğunu sayfamızda anlatmıyorum. Anlatsam sayfaya bağış yağar. Mesela o çocuğa, hiç abartmıyorum, yirmi gündür 25.000 liradan fazla para harcadık. Özel bir terapist bulduk kendisi için. “Evden, Zoom üzerinden terapi görmesi gerekiyor,” dendi. Bilgisayar ayarladık, internet ayarladık, oyun alanı tahsis ettik, zekâ oyunları satın aldık. Ama o çocuğun özel hayatını koruyalım diye bütün bunları açık açık anlatamıyorum sosyal medyada. Ben de ağlarsam o insanların umudu tamamen kaybolur. Bunun farkındayım.
En iyisini yapıyorsunuz çünkü en çok o çocukların sizin tebessümünüze ihtiyacı var. Her şey o kadar acıyla yoğrulmuş ki oralarda…

SÜNMÜŞ BİR SÜVETERLE DÖRT SENE BOYUNCA SAĞLIK MESLEK LİSESİNDE OKUDUM, BAŞKA GENÇLER BÖYLE OKUMASIN İSTİYORUM

Tekrar şu kitap kulübünüze dönelim mi? Yanılmıyorsam üç yıldır, demin de bahsettiğimiz kitap kulübünü yönetiyorsunuz. Kitapları kim seçiyor peki? Moderatörleri nasıl belirliyorsunuz? Katılımdan memnun musunuz?
Okuma listesini ben belirliyorum. Kendi okuma alışkanlığıma göre yapıyorum bunu. Başkalarına bakarak bir okuma programı yapsam Kürk Mantolu Madonna, Bin Muhteşem Güneş, Serenad gibi eserler zaten her yıl listeye giriyor. Bu sefer de ben hep aynı yerde takılı kalıyorum. Katılımcı sayımıza herhangi bir sınır koymuyoruz, herkes gelebilir.
Bizim iki tür okuma grubumuz var: Acemi Okur Grubu ve 52 Hafta 52 Kitap Grubu. Acemi Okur Grubu, tamamen okur yetiştirme prosedürüyle gidiyor. “Her gün on beş dakika kitap okuyun. Hadi gelin, birlikte okuyalım ya da bir grupla okuyalım. Filanca kitap hakkında notlar aldınız mı? Bakın, bu kitap şurada yazılmış,” gibisinden teşviklerle sürüyor bu grup. İki grup yöneticisi var, onlar yönetiyor süreci. Kurallara bağlı kalmadan, tamamen bir aile ortamı oluşturmaya çalışarak bu işi yapıyorlar çünkü temel hedef, okumayı sevdirmek. 52 Hafta 52 Kitap Grubu’nda ise pazartesi günü bir kitaba başlanıp cuma bitiriliyor. Cumartesi ise herkes araştırmasını yapıyor. Pazar günü toplanıp o kitaba dair her şeyi kapatıyoruz ve bunu hiç aksatmıyoruz. Bir yıl öncesinden her hafta ne okuyacağımız belli. Büyük bir durum olmadıkça da izliyoruz bu programı. Depremden sonra benim gruplarım çok aksadı mesela çünkü okuyamadım. Ben okuyamayınca da ateşleyici güç ortadan kalktı tabii. Bizim bu gruptaki esas amacımız, düzenli bir okur kitlesi oluşturmak yani bir gün okuyup üç gün okumayan değil, eline her gün kitap alan okur kitlesini oluşturmak.
Gruplarımızın yüzde doksan beşi kadınlardan oluşuyor. Kadınların kendilerini daha özgür hissettiği, “Havva Abla var orada,” diyerek geldiği gruplar bunlar. Hakkâri’nin bir köyünden aramıza katılan okurlar var mesela. Halktan insanlar… Çevrelerinde kitap okunmayan, kitap hakkında konuşulmayan insanlar…

Manavgat’ta yangın çıktığında da siz orada sağlık görevlisiydiniz, değil mi?
Evet, kulübü de yeni kurmuştum o zamanlar. Yangın… Deprem… Olanlar oldu sonra, biliyorsunuz.
Manavgat’taki yangınla ilgili, anlamlı bir anınız da var sizin.
Evet. Gündoğmuş’a seksen kilometre uzaklıktaki bir ilçede çalışıyorum. O dönem bir de karavanım var. Karavanı deniz kenarında rahat kitap okuyabilmek için almışım. Arkadaşlar da biliyor bunu, kitap sevgimin farkındalar. Bizim üst mahalle yanıyor. Beni göreve çağırdılar. Ciddi ciddi de yanıyor yani. “Manavgat yanacak mı?” lafları falan dönüyor artık. Arkadaşlarımdan Mehmet’i aradım hemen. “Mehmet,” dedim, “evdeki tek değerli eşyam bilgisayarım ve kitaplarım. Bilgisayarımı aldım ben ama kitaplarımın da kurtarılması lazım. Kitaplarımı sen kurtarır mısın?” Mehmet birkaç arkadaşıyla birlikte gelip bütün kitaplarımı elma kasasına doldurmuş ve karavanımın içine koymuş, sağ olsun.

Deprem bölgesinde açtığınız kütüphanelerin sayısından bir kez daha bahsedelim mi?
Bu röportaj yayınlandığında yirmi birinci kütüphaneyi açmış olacağız. Yirmi ikincinin de planlaması devam ediyor. Artık kurumsal iş birliklerine başladık. Biraz daha elimiz rahatlıyor, şükürler olsun.

Harika!
Peki bu kütüphaneleri kurarken unutamadığınız bir şey yaşadınız mı deprem bölgesinde?
Aslında o kadar çok şey yaşadık ki… Mesela “Bizim derdimiz deprem, sen de okul açıyorsun burada, kitap getiriyorsun!” eleştirisini deprem bölgesinde hiç duymadım ben ama deprem bölgesinde yaşamayanlardan duydum, dışarıdakilerden duydum yani. Deprem bölgesinden kimse bana “Ne okulu, ne kütüphanesi, saçmalama!” demedi ama dışarıdan diyen çok insan oldu maalesef. Bununla ilgili linç girişimleri bile oldu! Çadır okullar açarken şikâyet bile edildim, o okulları niye açıyorum diye soruşturma bile yedim!
Çok ilginç… Çok yazık…
Alıştım artık.
Deprem bölgesinde çok güzel şeyler de yaşadık ama. Depremin henüz otuz beşinci günüydü. Adı Zehra olan, kısa boylu bir kadın, sarışın, yeşil gözlü… Hâlâ unutamıyorum kendisini. O sıralarda da iki tane okul açmış ve duyurularını yapmışız. Ama daha başka nerede okul açacağız, hiç belli değil. O kadın bana, askerlerin arasından, “Havva Hanım, Havva Hanım, bizim okulu da ne olur açın!” diye sesleniyor. Çok duygulandım. “Demek gerçekten istiyorlar okulun açılmasını,” dedim. O okulu da açtık sonradan ve buna da o kadın vesile oldu. Düşünsenize, bir depremzede, neredeyse bir ay önce evini kaybetmiş, arabasını kaybetmiş, hayatını kaybetmiş ama eğitim devam etsin istiyor. O kadar kıymetli ki…
Etkilenmemek elde değil sahiden!
Biz ayrıca, açtığımız bütün çadır okullarda ve çadır kütüphanelerde kitap okuma etkinliği yapıyoruz. On beş dakika boyunca sessizlik sağlıyoruz. Herkese kitap dağıtıyoruz ve “Hadi, hep birlikte kitap okuyoruz!” diyoruz. O kadar güzel ki… Düşünsenize, deprem olmuş, koca bir şehir enkaz altında kalmış ve o enkazın altından bir okuma grubu yeşeriyor! Okuma saatlerimiz beni hâlâ çok etkiliyor. Üstelik, yaşlılar da aramıza katılıyor artık. Mesela geçenlerde seksenlerinde bir dede, aldı kitabı eline, okuyormuş gibi yapıyor. Okumasa bile okuyanlara saygı gösteriyor en azından.

“Üçüncü okulumuzdaki okuma etkinliğimizden bu fotoğraf. On beş dakika boyunca çıt çıkarmadan kitap okuduk.”

Okuyormuş gibi yapıyor, ne tatlı!
Mesela artık mülki idare amirleri de açılışlarımıza tam kadro katılıp okuma saatimize eşlik ediyorlar.

MUTLULUĞU BULDUĞUMU HİSSEDİYORUM BEN ŞİMDİ

Şu çok tartışılan “çöp kitap” tabirinize gelelim. Bu konuda sizi destekleyen de var, linç eden de. Tartışmaya açık bir konu tabii. Göreceli. Kime ve hangi ölçütlere göre bir kitap “çöp” diye yaftalanabilir? Bu sorunun cevabı, sadece ülkemizde değil tüm dünyada da hep tartışılıyor. Konuyla ilgili çektiğiniz videoların altına yapılan yorumları biraz okudum da bugün… Keşke bütün tartışmalarımız, kitaplarımızın nitelikli veya niteliksiz olmasıyla ilgili olsa. Biz edebiyatı tartışsak hep, kitapları tartışsak, bir kitap bizim için neden değerli veya neden değersiz, bunu yatırsak masaya ve bizi hiçbir yere ulaştırmayan onca şeyi tartışmakla vakit kaybetmesek hiç. Olaya olumlu tarafından mı bakmaya çalışıyorum, bilmiyorum ama neticede kitaplar, kitapların değeri tartışılıyor ve bu çok umut verici bence.
O videoları çekeli iki yıl oluyor. Ben öylesine çekmiştim aslında, üstüme yapışıp kalacağını hiç düşünmemiştim. Meğer bir cengâver lazımmış, o da benmişim. Şimdi çöp kitap var, çöp okur var, çöp yazar var. Ama çöp okur ile çöp yazar için olumsuz bir şey söylediğimde tazminat davası açıyorlar. O yüzden çöp kitaptan ilerledik biz de.
O davalar devam ediyor mu hâlâ?
Ediyor, evet. Ve de çok güzel para geliyor o davalardan.
Kazanıyorsunuz yani?
Tabii, tabii. Sizinle o zamanlar tanışmıyorduk, çok sağlam hakaretler edildi bana. Benim “çöp” olarak değerlendirdiğim her kitap, kütüphanelerden elenmeye başladı. Sonradan fark ettim ki, epey etkili biriymişim ben.
Sizin için nasıl bir kitap “çöp kitap”tır?
Toplumu yanlış yönde etkileyen her kitap, bence çöp kitaptır. Biraz zordur yetişkinleri etkilemek. Ama ya çocukları ve gençleri? Şöyle bir kitaptan bahsedeyim mesela size: Lise çağında bir çocuk, sevgilisinden hamile kalıyor. Sevgilisi de okul müdürünün oğlu. Sevgilisi, kızın babasını okulda, öğrencilerin önünde vuruyor. Konusu temel olarak bu yani. Yine benzer bir başka kitaptan örnek vereyim: “Sana sadece ben tecavüz edebilirim,” diyen bu kitabın okurlarının yaş aralığı on iki ile on dört arasında değişiyor. Gençlik edebiyatı. Otuz beş yaşında bir kadın olarak, böyle bir kitap cümlesinden etkilenmem ben ama on üç yaşındaki bir kız çocuğu bunu okuduğunda “Sevdiğim adam bana tecavüz edebilir ve bu da tecavüz sayılmaz,” diyebilir. Bilinci kötü etkileyen her kitap, çöptür benim için. Bir de bu kitapların çoğunda zaten çok kötü bir dil var. Onu da bir kenara koyalım, ona çoktan alıştık zaten ama karakterlerin çoğu, liseden mezun olan genç kızlar. Hemen ayrı eve çıkıyorlar. Altlarında arabaları var, zengin sevgilileri var, zengin ve mafyavari erkekler bunlar. İki kız, o zengin mafya erkeği için kavga ediyor. Konu hep bu.
Çoğu televizyon dizimiz gibi…
Diziler de böyle kitaplardan çekiliyor zaten. Bize kadar kimse “Bunu okuma!” dememiş yani bunu ilk kez biz dile getirmişiz. Çocuklar bazı kitapları asla okumamalı.
Çocuklarının nasıl kitaplar okuduğunu veliler niye merak etmiyor, biliyor musunuz? Çocuk sosyal medyaya girse onu merak eder. Kim çocuğu takip ediyor, çocuk kimi takip ediyor? Çünkü sosyal medyanın adı çıkmış dokuza inmez sekize. Kitap daha masum bir kılıf tabii. Kitap okusun da… Kitap okuyor, ne güzel işte. Kitabın, çocuğa artı değer katacağını düşünüyor, bunun altındaki tehlikeyi göremiyor çünkü.
Bilmiyor ki. Bizden önce söyleyen olmamış hiç. Tavsiye eden öğretmenler varmış. Kaç edebiyat öğretmeni bile bana, “Bırakın, çocuklar en azından okumaya alışır,” dedi. Böyle kitaplara hiç alışmasın. Böyle şeyler okuyacağına hiç okumasın.

Siz de bir annesiniz. Bir keresinde, “Kadınlar bir şey yaparken evladına yapıyor gibi yapıyor,” demişsiniz. Anneliğinizden yola çıkarak bu sözünüzü biraz açar mısınız?
Kadınlar Günü’nde, bir yıllık tecrübeme dayanarak söylemiştim bu lafı. Gönüllü ekibimizin yüzde doksanı kadın. “Bir Bot, Bir Kitap, Bir Çorap” isimli projemiz kapsamında, kitaptan uzaklaşmadan herkese dokunabilmeyi hedeflemiştik. Botları seçme işini annelere verdik. “Su geçirmeyen, sıcak tutan botlar alalım. Kendi çocuklarımıza alıyormuş gibi alalım hepsini,” dedi bu anneler. Öyle de yaptık. Sahadaki bu gönüllü kadınlarımızın tamamı ve bağışçılarımız, oradaki çocuklara kendi çocukları gibi yaklaşıyor çünkü ben ölseydim benim çocuğum da orada, ortada kalabilirdi, diye düşünüyor her biri.

Sizinle geçen yaz, Marmara Adası Edebiyat Günleri’nde tanışmıştık. Dernek olarak bu tür edebiyat festivallerine ve kitap fuarlarına ne sıklıkla katılabiliyorsunuz? Zamanınız, imkânınız oluyor mu böyle etkinlikler için?
Derneğin imkânlarıyla ilgili olarak en sevdiğim şey, kitap fuarları ve edebiyat festivalleri! Ben dernekten herhangi bir gelir elde etmiyorum. Biz yedi aylık bir derneğiz. 8 Eylül’de, Dünya Okuma Yazma Günü’nde kurulduk. Bu fuarların hepsinde stant açabilmek için izin başvurusu yaptık ve gereken izni aldık, yetki belgemiz henüz birkaç gün önce geldi. Bundan sonra da olabildiğimiz her fuarda yer almaya çalışacağız. İzmir Kitap Fuarı’nda da bulunmak istiyorduk. Aylar öncesinden haber vermiştik ama bazı aksilikler yüzünden İzmir Kitap Fuarı’na bu sene katılamayacağız ne yazık ki. Aslında hepsine katılmayı çok istiyoruz. Hem okurlarla buluşmayı hem de kitap fuarlarının satış amaçlı olmasının önüne geçmeyi hedefliyoruz. Diliyoruz ki, okurlar ve yazarlar buluşsun. Marmara Adası Edebiyat Günleri’ni çok önemsiyorum. Fark etmişsinizdir, satış odaklı değildi o etkinlik, okur ve edebiyat odaklıydı.
Esengül Taran Fleckenstein da bu röportajı okuyacaktır. Marmara Adası Edebiyat Günleri’nin organizatörlerinden biridir kendisi, biliyorsunuz.
Evet, biliyorum.
Bu yaz da gelecek misiniz Marmara Adası’na?
Geleceğiz, evet. Öyle bir planımız var. Hatta bu sene yönetim olarak gelmek istiyoruz.
Harika!
Marmara Adası’ndaki etkinlik, satış odaklı değil gerçekten. Orada okuyucuyu yazarla bir araya getirme amacı güdülüyor sadece ve müthiş de bir sinerjisi var.

Ülkem Okuyor Derneği olarak, bundan sonraki hedeflerinizi de öğrenebilir miyiz?
Hatay’da çok aktif olduğumuzdan dolayı, sadece Hatay için kurulmuş bir dernek olduğumuz zannediliyor. Aslında ülke için kurulduğumuzu herkese duyurmak istiyoruz. Mesela Burdur’da Ülkem Okuyor Projesi’ni başlattık. Bu projenin amacı şu: doğru kişiyi, doğru zamanda, doğru kitapla, doğru mekânda ve doğru insanlarla buluşturarak bu 5D kuralıyla okumayı sevdirmek. Hatay’daki yaranın çok büyük ve çok derin olduğunun farkındayız ve o bölgeden elimizi ayağımızı çekmeden tüm ülkeye yayılmak istiyoruz. Mesela şu an Konya’da, İzmir’de ve Burdur’da okul kapsamlı projeler başlattık. Gene 5D kuralını uygulayacağız buralarda. Doğru okuma, okuma frenlerini çözme, yanlış okuma tekniklerinden kopma, doğru okuma tekniklerini oturtma. Bir okuma pozisyonunun bile okuma için çok gerekli olduğunu, çevirinin çok önemli olduğunu, okuma arkadaşlığının çok değerli olduğunu tüm ülkeye anlatmaya çalışıyoruz. Şu an genel hedefimiz tüm ülkeye yayılmak.

Havva Hanım, yüreğiniz neden bu kadar iyi sizin?
Bilmiyorum. Bu soruyu çok soruyorlar bana. Beni yıllardır tanıyan insanlar da, “Sen hep çok iyiydin,” diyor. Çirkin Ördek Yavrusu isimli masalı bilirsiniz. O masaldaki ördek gibi, ben de girdiğim ortamlarda yıllarca çok garipsendim. Sadece kitap okumayla ilgili değildi bu. İyiliğimin altında hep bir şey arandı. “Çocukluğundan kalma bir yaran var, onu çözmeye çalışıyorsun,” diyenler de oldu. Alkolik, kumarbaz, sorumsuz, işi gücü olmayan bir babayla büyüdüm ben.
Kardeşleriniz var mı peki?
Üç tane erkek kardeşim var, ben tek kızım. Okumaktan başka şansımız yoktu bizim. Bir şey daha söyleyeyim size. Büyük bir aile sırrı gibidir bu. Ne zaman söz etsem amcalarım filan ayaklanır, “Havva yine bizim dedikodumuzu yapmış,” diye. Mesela, şu an hizmet binası olarak kullandığımız bina, bir zamanlar babaannemin eviydi ve biz eskiden giremezdik o eve. Sevilmeyen torunlardık, sevilmeyen çocuğun sevilmeyen çocuklarıydık. Giremezdik işte. O evdeki sofrada yemek yemişliğimiz yoktur bizim, sevilen torunlar otururdu o sofraya. Amcalarım birbirlerini iftara çağırırlardı ama biz fakiriz diye çağrılmazdık. Böyle şartlar altında okudum ben. Bütün bunları nasıl bir çocukluk yaşadığım anlaşılsın diye anlatıyorum. Ve şimdi çocukların da aynı zor şartlarda okumasını istemiyorum. Sünmüş bir süveterle dört sene boyunca sağlık meslek lisesinde okudum, başka gençler böyle okumasın istiyorum. Okula giden çocukların öğretmenleriyle iletişim hâlindeyim. O öğretmenlere, “Forması yırtılmış, ayakkabısı eskimiş olan çocuğu bana bildirin. Ben gerekeni alıp yollarım kendilerine. Başka hiçbir şey yapmayın,” diyorum. Yani oradaki bütün çocukları kendi yerime koyuyorum. Zamanında bize kimse bir şey yapmadı, yardım etmedi. Şimdi biz birilerine bir şey yapalım derdindeyim. O çocuklar okusun, okumalı. Bizim gönüllü ekibimizde şu an kimler var, biliyor musunuz? Üç sene önce okuma kulübünü açtığımızda yardım ettiğimiz çocuklar, gönüllü ekibimizde çalışıyor şimdi.
Müthiş!
Şimdi bana, “Senin arkanda kim var?” diye soruyorlar. Benim arkamda iyilik var, hem de çok iyilik var. Mesela kendi oğlum okul açmaya gidiyor, dağıtımlara gidiyor. Oğlumun arkadaşları da yapıyor bunu. Burhan Enes isimli bir çocuğumuz var mesela. Köyüne gittiğimiz gün, bu çocuğu benimle tanıştırmışlardı. Okumayı çok seviyormuş. “Okurken ne hissediyorsun?” diye sorduğumda kendisine, “Hikâyenin içinde hissediyorum,” diye cevap verdi bana. Sonra ben o çocuğun okulunu açtım, kütüphanesini kurdum. Bisiklet verdim bütün köyün çocuklarına.
Sosyal medya hesabınızda da, “Okumayı seven çocuk farkı!” diyerek Burhan Enes’i paylaşmıştınız sanırım.
Evet, evet. “Okumayı seven çocuğun farkını görün işte!” demiştim. O çocukla iletişimdeyim. Çadırda yaşıyorlar hâlâ. Her gittiğimde o çocuklara, o kardeşlere çikolata götürüyorum ve çok mutlu oluyorlar. Bize el uzatan olmamıştı. Biz başkalarına aynı şeyi yapmayalım. Biz başkalarını okutalım. Az önce de dediğim gibi, çok zor şartlar altında okudum ben. Okula giderken bir gün bile cebimde harçlığım olmadı. Okumayı çok geç yaşta, yirmi altı yaşımda keşfettim. Oysa bir çocuk, yedi veya sekiz yaşındayken okumaya başlamalı. Çocukluğuma döneyim ve biri o Havva’nın elinden tutsun, “Gel seninle bir Peter Pan veya Çirkin Ördek Yavrusu okuyalım,” desin çok isterdim. Ben Çirkin Ördek Yavrusu masalını dokuz yaşımda okusaydım şu an çok daha farklı bir yerde olmaz mıydım?

OKUMA KULÜPLERİNİ ÜLKENİN TAM ANLAMIYLA MERKEZİNE KOYMUŞ OLMAKTAN DOLAYI ÇOK MUTLUYUM

Aileniz kim bilir nasıl gurur duyuyordur sizinle?
Bir şey söyleyeyim mi? Olayı daha yeni yeni idrak etmeye başladılar. Henüz on üç aydır ne yaptığımın farkındalar. On üç ay önce umurlarında bile değildi hiçbir şey. Geçen ay, “Fitre ve zekâtı nereye verelim? Kimin yardıma ihtiyacı var?” diye konuşuyorlardı kendi aralarında. Benim yanımda bunu diyorlardı yani, düşünün!
Güleyim mi, ağlayayım mı, bilemedim. Sözün bittiği yer…
Geçenlerde Posta gazetesine sürmanşet olmuşuz. Haberimiz yok. Anadolu Ajansı geldi, “Biz sizi Posta’da gördük,” dedi. “Aaa, Posta’ya da mı çıkmışız? Sahadaydık. Haberimiz olmadı hiç,” dedik asistanımla.
NTV Haber’de de izlemiştim sizi.
Evet. NTV, CNN, Fox, A Haber…
Çirkin Ördek Yavrusu’ndan bir örnek vereceğim gene size: Çirkin ördek yavrusu, ışığını saçacağı alanı bulana kadar mutsuzdur ya, mutlu olmak için de gider arar orayı… Mutluluğu bulduğumu hissediyorum ben şimdi. Bu alanı, kitaplara ve insanlara dokunduğum alan olarak bulduğumu hissediyorum. Evet, 112’de de böyle bir iş yapıyordum, kabul ediyorum. Ama 112’de maaş karşılığı yapıyordum bunu. Şimdi ise hiçbir şey almıyorum. Hatta cebimden de deli gibi para gidiyor. Ama o kadar mutluyum ki… Kitap götürdüğümüzde o çocukların duyduğu sevinç… Ve daha güzeli ne, biliyor musunuz? “Kitap” denilince akla ilk gelen kuruluş olmaya başladık. Okur sayısını daha da artıracağız. Benim hayalim %70’lik okur seviyesi.
Umarım Türkiye daha çok kitap okur ve tartışmalar, atışmalar bile bir gün kitaplar üzerinden, edebiyat üzerinden olur çünkü bizi geliştirecek esas alan bu, popüler kültür değil.

ALTI YAŞINDA BİR ÇOCUK, “EV İSTİYORUM,” DİYE CÜMLE KURUYOR

Şimdi aklıma geldi. Nur Üşümesin Projesi’nden de bahsedeyim mi biraz?
Tabii ki, buyurun.
Biz Nur’a “Bir Bot, Bir Kitap, Bir Çorap” ismini verdiğimiz proje kapsamında bot götürmüştük. “Bizden başka ne istiyorsun?” diye sordum ona. “Ev istiyorum,” dedi. Bizim normalde ev yapma gibi bir planımız, projemiz yoktu. Altı yaşında bir çocuk, düşünebiliyor musunuz? “Ev istiyorum,” diye cümle kuruyor. Çok önemli bir şey bu. Çikolata istemesi lazım normalde, oyuncak istemesi lazım, bebek istemesi lazım, top istemesi lazım, şeker istemesi lazım ama asla ev değil.

“Nur’un evinin önündeyiz.”

Onlar konteynerlerde mi yaşıyorlardı?
Hayır, çadırda. Duşu, tuvaleti olmayan bir çadırdalardı.
Nur’u reddetmedik. İyi ki de reddetmemişiz. Nur bizim yolumuzu daha çok açtı. Gerçekten ışık saçmamızı sağladı. Yolumuzu daha net görmemizi sağladı çünkü dedik ki, “Kitap tabii ki önemli ama çadırda üşüyerek nasıl okusun kitabı bu çocuk? Nur’dan sonra evsizlikle de mücadele etmeye karar verdik ve “Bin çocuğa ev yapmamız kolay değil belki ama üç çocuğu kurtarsak kârdır,” dedik çünkü bu çocuk böyle bir ortamda kalırsa çiçek açamayacaktı. Bizim derdimiz, çiçek açacak çocukları bulmak. Çok mutluyum ona ev yapmış olmaktan, o evi teslim etmiş olmaktan ama en önemlisi de bu projeleri devam ettirecek olmaktan. Okuyan Evler Projesi ile devam edeceğiz ve her ay bir ev yapıp o evi kütüphanesiyle birlikte teslim edeceğiz.

“Nur bize, ‘Üşüyorum, ev istiyorum,’ demişti. On üç günde yaptık ve teslim ettik evini. Sonra da kitap okuduk Nur’un yatağında.”

On üç günde mi yaptınız o evi?
Evet, on üç günde. On üç gün boyunca Instagram’dan canlı yayınladık her şeyi. İHA “Evi yaptılar,” diye yazmış bu haberi, NTV ise “Evi satın aldılar,” diye geçmiş. NTV’yi arayıp dedik ki, “Biz o evi ‘yaptık’, ‘satın almadık’. Yaptığınız haberi lütfen düzeltir misiniz?” Haberi öyle yapmışlar çünkü bir evin on üç günde bitirilebileceğine inanmamışlar. Çift mesai çalıştı ustalar. Sabahın dördüne kadar başlarındaydım ben. Instagram’dan canlı yayın yaparken “Saat 01.00… Saat 02.00… Şimdi saat 03.00… Fayanslar yapılıyor… Perdeler asılıyor…” diye diye bitirdik Nur’un evini.

Toparlayalım mı yaptıklarınızı? Ülkem Okuyor Derneği olarak, siz hem kitap sağlıyorsunuz hem burs veriyorsunuz, bir yandan da kütüphane açıyorsunuz ve ev yapmaya da devam edeceksiniz, değil mi?
Evet! Ve bunların hepsini 50 liralarla yapıyoruz.
Ve proje bittiğinde bağış yapan kişilere projenin bittiğine dair bağış kartı atıyoruz. “Bağışınız Nur Üşümesin Projesi’nde veya filanca kütüphanenin açılışında kullanıldı,” diye. Bu da insanları teşvik ediyor tabii. Paralarının nereye gittiğini görüyorlar.
Zor ve dağınık bir süreç. Kolay süreçler yönetmiyoruz, evet ama okuyan bir dernek bu kadarını başarabilmeliydi zaten ve biz de başarıyoruz.
Bu işlerin organizasyonunu yapmak bile çok zor. Birkaç kişiyi bile organize edemezken insanlar… Bir de bunun bütçe planlaması var, inşaat programı var, var da var… Kolay değil gerçekten. Enerjiniz hiç bitmesin. Güzel yüreğinizle tanışmaktan ötürü çok mutluyum.
Asıl ben teşekkür ediyorum ve sizi bizim oralara bekliyorum. Dernek binamıza davetlisiniz Çiğdem Hanım. Bu arada, dernek binamızın inşaatı da hâlen devam ediyor. Dernek binamız, aslında babaannemin evi. Konya’da. Tadilatını yaptırıyoruz. Havva’nın ustalarla macerası hiç bitmez.
Geçenlerde L sedir istedim ustadan, çift kişilik yatak yapmış. Söktürdüm. Bugün de U sedir yapmış. “L sedirin nesini anlamıyorsun?” diye soruyorum kendisine, bana “Böyle daha güzel,” diyor. Ha haaaa!!!
Zor iş! Aynı zamanda sinirlerin de sağlam olmasını gerektiriyor çünkü.
Onu yönetim ekibim de çok söylüyor. “Havva, seni peygamber suyuyla mı yıkadılar, ne yaptılar?” diye.

Dünyaya çok güzel bir pencereden bakıyorsunuz. Emeğinize sağlık…
Çok güzel bir röportajdı. Bu kadar duygulanarak yaptığım ilk röportaj bu oldu sanırım. Yüreğimin içine giren, çocukluğumu anlattığım ilk röportajdı gerçekten. Çok teşekkür ediyorum.

7 Yorum

  1. Müthiş etkileyici bir aydın insan örneği. Kendine aydınım diyerek medyada boy gösterenlere ders niteliğinde.. Kendisini yürekten kutluyorum. Örnek olması dileklerimle.
    Bu yorumu yaparken Şırnak Kasrik köyü ilköğretim öğrencilerinin bana taktığı Kitapçı Amca ismini taktıkları anki duygularımı yeniden yaşadım.
    Yaşasın okuma ve okutma mücadelesi veren gizli ve gizemli gönüllü kahramanlar.
    Kendisini hemen takibe aldım

  2. Figen Hallaçoğlu

    Sıradan insanlar ve fark yaratanlar. İkinize de yürek dolusu teşekkürler. İyi ki varsınız.

  3. Leyla Gerelioglu

    Türkiye’deki tüm kadınların sizler gibi aydınlık bir kafaya, güzel vicdanlara sahip olmasını temenni ederim. Kitap okuma alışkanlığına gelince bireysel girişimlerin toplumsal birlikteliğe dönmesi çok takdire değer. Ancak bizim gibi okumayan toplumlarda bunun yayılmasının kesinlikle okullarda verilecek okuma alışkanlığı ve de dolayısıyla aile rol modelliği ile olacağını düşünenlerdenim. Ve sonrasında bu gibi güzel insanların kurduğu girişimlerle de taçlandırılması …

  4. meral kurulay

    Sevgili Çiğdem, sayende yine harika bir insanla tanıştık. Kendisine ben de elimden geldiği kadar yardım yaptım, çevremdeki arkadaşlarımla paylaştım. Böyle gençler oldukça umudumuz hiç tükenmeyecek. Havva Hanım’a kolaylıklar diliyoruz. Her zaman yanında olacağız. Sevgiler yüce gönüllü arkadaşım Çiğdem ve sevgili çalışkan karınca Havva Hanım.

  5. Kübra Doğan

    Bizi böylesine güzel bir insanla buluşturup, böylesine güzel bir hikayeyi duyurduğunuz için teşekkür ederim. Önce eğitim, önce okul, önce okumak, bilmek, öğrenmek ve sonra her şey. Daha birçok iyiliğe ve güzelliklere vesile olması dileğiyle…

  6. Güzel yurdumun güzel kadınları.Sizler gibi kaliteli çıralar birbirine destek oldukça;okuma ateşi harlanmaya devam eder.
    Herkesin bu ateşi körüklemesi dileğiyle…

  7. Füsun Sunter

    Harika bir kadının bir başka harika kadınla buluşması olmuş..

Bir yorum Yaz