Arama Sonucu:

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları esas alındığında, 1914 sayımına göre toplam nüfusumuz sadece 16 milyonmuş. Müslümanlar bu nüfusun %78,12’sini oluştururken, gayrimüslimlerin oranı ise %21,87’yi gösteriyormuş. Nüfusun neredeyse beşte birini kapsayan bu grupta kimler, kimler yokmuş ki: Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Katolikler, Ermeni Katolikler, Protestanlar, Latinler, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Ezidiler, Bulgarlar ve Çingeneler… Osmanlı’nın çok renkli, çok sesli, çok dilli ve çok dinli kültürel mozaiği nasıl da baş döndürücüymüş, değil mi?

Ya günümüzdeki nüfus dağılımı? 82 milyonluk toplam nüfusun %99,89’u Müslüman iken, gayrimüslimlerin bugünkü oranı %0,11! Hayır, yanlış okumadınız, %0,11! Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan gayrimüslimler artık yalnızca Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Süryanilerden ibaret. Dili, dini, kültürü bizden farklı olan bütün etnik gruplar yıllar geçtikçe daha da ötekileşmiş, yıllar geçtikçe eriyip gitmiş. Efsanevi bir kültürel mozaik, sadece nicelik olarak değil nitelik olarak da ciddi şekilde irtifa kaybetmiş. Çok yazık!

u bilgilerin hepsini, 20. yüzyılın başında Türkiye’deki kültürel çeşitliliği konu alan, İstanbul Nişantaşı’ndaki Tarihe Yolculuk isimli daimî bir sergide öğreniyorum. Osmanlı’nın son döneminde -bugünkü Türkiye sınırları içinde- yaşayan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Keldaniler, Ezidiler, Maruniler, Levantenler, Bulgarlar gibi toplulukların varlığına fotoğraflarla, kartpostallarla, belgelerle, objelerle tanıklık ediyorum. Bazen İzmirli Yahudi bir çiftin fotoğrafı alıp götürüyor beni geçmişe, bazen de bir Rum kadınını resimleyen kartpostal. Kâh eski Ayvalık sokaklarındaki taş binaların arasında yürüyorum kâh Maraş’taki Alman yetimhanesinde zanaat öğrenen Ermeni çocukları izliyorum.

İzmir Basmane’de Meşrutiyet’in ilanını kutlayanların arasından sıyrıldıktan sonra, azıcık soluklanmak için bir duvar dibine oturuyorum. Başımı sağa çevirmemle yıl 1922 oluyor. Mevsim yaz. Yaşını almış bir zeytin ağacının gölgesine sığınmışım. Üstünde Rumca “Kütahya” yazılı porselen kahve fincanını, bir belgeselde gördüğüm gayrimüslim kadın bana uzatıyor. Sonra gidip ahşap bir kutuyla geri geliyor. “İncirlerimiz lezzetlidir,” diyor. “Lütfen buyurun. Digin Viktorya’nın size ikramı.” Teşekkür ediyorum. Gülümsemesi içten, dostane. Sıcağın da etkisiyle üstüme bir rehavet çöküyor. Gözlerimi açtığımda Galata’dan Pera’ya doğru yürüyorum bu sefer. Ah, güzeller güzeli İstanbul, güzelim İstanbul…  

Adana Rum mahallesi

Yüksek Kaldırım gene cıvıl cıvıl ama kulağıma gelen cümleler Türkçe ve Arapçadan ibaret değil şimdi. Osmanlıca, Ermenice, Rumca, Fransızca ve Ladino lakırdılar sarmış ortalığı. Burası benim şehrim mi sahiden? Yok, bir Frenk şehrinde olmalıyım şu an.

Küratör Osman Köker’in “Sergimizi nasıl buldunuz, Çiğdem Hanım?” sorusuyla saniyeler içinde zaman ve mekânda boyut değiştiriyorum. O bunu fark etmiyor. Bir zamanların Bursa’sından, Trabzon’undan, İstanbul’undan, Mardin’inden, ekonomik ve sosyal hayatından, demografik yapısından bahsediyor bana. İşini çok sevdiği, coşkusundan belli oluyor. Bir taraftan Osman Bey’in anlattıklarını dinliyor, diğer taraftan da 1897-1921 yılları arasında Rum ve Ermeni gazoz firmalarına ait bilyeli şişeler ile karton ve tenekeden yapılmış şekerleme kutularını, sigorta şirketlerine ait levhaları inceliyorum göz ucuyla. Osman Bey sergide gördüğüm her şeyin, İstanbul’un en eski Levanten ailelerinden birinin yeni kuşak temsilcisi Orlando Carlo Calumeno’nun koleksiyon ve arşivine ait olduğunu söylüyor. Birzamanlar Yayıncılık’ın da işe el atmasıyla, ortaya küçük ama büyüleyici bir azınlık müzesi çıkmış aslında. Emeği geçen herkese teşekkürler…

1. Meşrutiyet’in ilanı üzerine hazırlanan ve  üstünde beş dilde yazılar bulunan kartpostal

Unutulduklarında bir kez daha ölür, bu dünyadan göçüp gidenler. Unutmamalı.

(Bu blog yazısı; çevrim içi aylık kültür, sanat ve edebiyat dergisi “Mikroscope”un 24. sayısında da yayımlanmıştır.)

Bir yorum Yaz