Arama Sonucu:

Nermin Mollaoğlu’nun yayıncılık dünyamızdaki yeri tartışılmaz. Geçenlerde kendisiyle, kitaplara ilgisi olan herkesi oldukça düşündürecek bir röportaj yaptık. Telif haklarından Kalem Ajans ve KalemEv’e, açılımı İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali olan İTEF’ten çiçeği burnunda yayınevi Linden’a, Nermin Hanım’ın en büyük hayalinden pişmanlığına kadar birçok konuyu konuştuk. Sohbet sohbeti açtı ve iki saat su gibi aktı. Üç bölüm hâlinde yayınlayacağımız söyleşimizin ilk kısmı bu. Keyifli okumalar!


2002’den beri yayıncılık dünyasındasınız. Yapı Kredi Yayınları’nda Türkiye’nin ilk telif profesyoneli olarak çalıştınız ve yine aynı yayınevi adına uluslararası fuarlara katılıp telif almayı ve satmayı öğrendiniz. Sonra Kalem Ajans’ı kurdunuz ve edebiyat ajanlığına geçtiniz. Şimdi bu ajansta yöneticilik yapıyorsunuz. Aynı zamanda da, Türkiye’nin ilk uluslararası edebiyat festivali olan İTEF’in planlayıcısı ve yürütücüsüsünüz. Bir de, yepyeni bir haber olarak Linden var tabii, söyleşimizde ondan da bol bol bahsedeceğiz. Konuyu çok dağıtmadan ilk olarak şunu sormak istiyorum: Çağdaş dünya edebiyatının birçok diliyle yıllardır iç içesiniz ve her birine eşit mesafedesiniz. Size göre hiçbir dil diğerinden daha kıymetli, daha üstün değil. “Büyük dil yoktur; büyük pazar vardır,” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Kullandığımız kelimeler aslında bizim dünyaya bakışımızı, kendimize bakışımızı, ülkemize bakışımızı simgeliyor. “Küçük pazar” yerine “küçük dil” dediğimizde aslında o dili ve o dili kullanan insanları, hatta o dili konuşan ülkeyi de aşağıladığımızı düşünüyorum. Bu yüzden çok hassasım bu konuda, dikkat etmeye çalışıyorum. Çevremdekileri -ne olursa olsun, hangi ortamda olursak olalım- düzeltmeye çalışıyorum çünkü diller, edebiyatlar aslında sınırsız. Dilleri kaç milyon insan konuşursa konuşsun ya da ülkelerin savunma sanayilerine ayırdığı bütçe ne kadar olursa olsun, bizim o dillere eşit davranabilmemiz gerekiyor. Bazılarından elbette daha çok para kazanıyoruz. Bazılarından daha çok kitap satabiliyoruz çünkü bazı ülkelerdeki okur sayısı, okurların alım gücü daha yüksek oluyor ya da böyle bir kültür oralarda daha yoğun yaşanıyor. Kitap, hayatlarında daha çok yer edinmiş durumda. Bu konuda herkesi hassas olmaya davet ediyorum. Ufacık kelimeler hayatımızda çok şey değiştirebilir.

 

KORSAN KİTAP İLE BANKA SOYGUNU, ASLINDA AYNI RUH HÂLİNDEN BESLENİYOR

 

Bir masanın ortasında oturuyorsunuz. Bir tarafınızda yazarlar, bir tarafınızda yayıncılar, bir tarafınızda da çevirmenler var. O masada çok zorlandığınız anlar oluyor mu?

Hem de nasıl! Ama ne olursa olsun, masanın hangi tarafındakine hak verirsek verelim, yazarları temsil ediyoruz ve yazarların daha iyi şartlarda çalışması, daha fazla okura ulaşması için çalışan insanlarız çünkü komisyonumuzu yazarlardan alıyoruz, yazarların çalıştırdığı insanlarız. O yüzden terazide hassas bir durum olursa yüreğim azıcık da olsa yazar tarafına kayıyor, kayması gerekiyor. Kalem Ajans’taki yeni edebiyat ajanlarına da bunu öğretmeye çalışıyorum: Biz her zaman yazarın tarafındayız. “Şunda çok zorlandım,” diye hatırladığım bir şey yok ama yazarlarımın üzüldüğü durumlarda ben daha fazla üzülüyorum çünkü onların üzülmemelerini ya da haksızlığa uğramamalarını sağlayacak olan insan aslında benim ama pazarın şartları, yayıncıların şartları, ülkenin şartları bazen çok istenildiği gibi gitmediğinde bizim de üzüldüğümüz, kızdığımız ve para kaybettiğimiz durumlar oluyor.

 

Türkiye’de telif sorunu bir nebze çözüldü sanırım çünkü üniversitede öğrenciyken, örneğin, sağda solda korsan kitap satan daha çok tezgâh görürdüm. Doğru bir gözlem mi bu, bilmiyorum.

Belki de algıda seçicilik… Artık daha fazla karşılaşmıyoruz ama yirmi yıl önce Yapı Kredi Yayınları’na iş görüşmesine giderken benim çantamda Ayfer Tunç’un korsan kitabı vardı: Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek. Bu konuda bilinçli değildim. Ataşehir’de bir üst geçitteki korsandan almıştım o kitabı ve bunun ne kadar yanlış olduğunu bilmiyordum. Sonra bu işin içine girdikçe… Siz, ben yani yayıncılık sektörünün içinde olan ve insanların daha fazla kitaba ulaşması için çalışan herkes bu pazardan besleniyor, bu nehirden besleniyor. Biz o nehri ne kadar kirletirsek ve o nehrin daha gür akmaması için ket vurursak -çünkü korsan cidden böyle bir durum- suyu kesiliyor. Ülke için de, kültür-sanat hayatı için de zararlı bir durum. Bunu daha fazla insana anlatmak için çok uğraşıyorum. Bu konuda Türkiye çok yol katetti. Burada meslek birliklerimizin büyük emeği, Kültür Bakanlığı çalışanlarının çok büyük emeği var. Bu bilinç, yirmi yıldır onlar sayesinde gelişti. Ama dün akşam tam uyuyacaktım, temsil ettiğimiz bir yazarımızın kitabını çok güzel anlatan bir Instagram paylaşımı gördüm ama o kadar bilinçsiz ki, şöyle diyor: “Ben bu kitabı PDF’den okudum.” Yani PDF’sini bir yerden bulup okumuş ama aslında PDF de korsan! Hatta şunu da söylüyor: “Bu görseli de ben çekmedim, internetten aldım.” Durum böyle ama kitap okuduğu için insanlar bunu beğeniyorlar. “Aaa, ne kadar güzel!” diyorlar. Belki de kendisinden PDF isteyecekler ve devam edecekler. Peki o yazar pazara gittiği zaman, alışverişini yapacağı ya da cep telefonu alacağı zaman o parayı kim ödeyecek? Çünkü yazabilmesi için kendini beslemesi gerekiyor. Ruhsal olarak, maddi olarak beslemesi gerekiyor. “Ben PDF’den okuyayım, parasını zenginler ödesin” de çok kötü bir durum, adaletsiz bir durum. Korsanla ilgili en ufak duruma bile müdahale edilmesi gerekiyor. Ve bunun anlatılması lazım tabii. “Ben kitabın korsanını almadım ki,” diyor mesela, “ama PDF’sinden okudum.” O da bir korsan! Bunun türlerinin anlatılması gerekiyor ve bu da bence çok daha küçük yaşlarda, evde anne-babanın korsana dikkat etmesiyle olur. Korsana alışan bir çocuk, para vermeden ya da emeği hiçe sayarak her şeye ulaşabileceği duygusuyla büyüyor ve korsan kitap ile banka soygunu, aslında aynı ruh hâlinden besleniyor. Kimse de kendi çocuğunun banka soymasını ya da bir mağazaya girip alım gücünün yetmediği bir elbiseyi çalarak o dükkândan çıkmasını istemez sanırım. Çocuklarının daha iyi şartlarda, iyi insan olmasını ister anne ve babalar. Öyleyse onlara telif hakları bilincini öğretmeleri gerekiyor. Bunu da öncelikle kendileri yaparak, çocuklarına örnek olarak göstermeleri gerekiyor. Ben bunu o yıllarda bilmiyordum, algı seviyem buna henüz ulaşmamıştı. Hatalıydım. İnsanlara özellikle bunu anlatmak istiyorum. İyi-kötü kavramlarının genç yaşlarda öğrenilmesi gibi, telif hakları bilincinin de küçük yaşlarda öğrenilmesi gerekiyor.

 

PDF, olayı masum bir kılıfa sokuyor sanki. “Sana kitabın PDF’sini göndereyim hemen.” Bu hatayı farkında olmadan o kadar sık yapıyoruz ki!

Evet, bu da değişecek. Yirmi yıldır nasıl bu noktaya geldiysek bence bu bilinç de gelişecek. Ayrıca dijital korsanı önleme yöntemleri de artıyor. Bununla ilgili ciddi yasa ve yaptırımlar oluşuyor. Bunun suç olduğunu, cezai durum olduğunu ve şikâyete bağlı olmayan, yasa dışı bir iş olduğunu insanlar daha çok biliyorlar şu an.

 

Sohbetimize Kalem Ajans ile devam edelim mi? Kalem Ajans’ı eşiniz Mehmet Demirtaş ile 2005’te kurdunuz…

Çok özür dilerim. Bazen böyle karışıklıklar oluyor. Ben mesela 2002’nin son ayında başladım Yapı Kredi Yayınları’na. Benim ilk başlamam aslında 2003 dersek -yani bazen 2002 diyorum, bazen 2003 diyorum çünkü son günlerinde başlamıştım- Kalem Ajans da öyle. Kalem Ajans’ın resmî kuruluşu, noterdeki şirket bilgileri 17 Aralık 2005’tir ama o şirketi kurmadan önce çalışmaya başlamıştık tabii. Mesela Frankfurt’a gittiğimizde de Kalem Ajans vardı ama bir büyüğümüz bize “Şirket kurulumunu en son yapın, ilk faturanızı keseceğiniz zaman,” demişti. Bu benim de tavsiyemdir: Şirketi en son kurmanız, gerçekten en hayırlısı olacaktır. Aldığım en iyi tavsiyelerden birisidir bu. Kalem Ajans’ın aktif olarak sözleşme yapması ve fatura kesmesi ise 2006 yılında başladı.

 

2017 Londra Kitap Fuarı’nda Uluslararası Edebiyat Ajanlığı Meslekte Mükemmellik Ödülü’nü aldınız.

Bu çok hoşuma gitti!

Harika bir ödül!

 

Şunu da unutmadan sorayım: Dünyadaki diğer edebiyat ajanslarından bir farkı var mı Kalem Ajans’ın?

Var, evet. Elbette benzerlerimiz de çok ama bizi birçok ajanstan farklı kılan bir özelliğimiz var. Bu konuda bütün ekibimle hakikaten gurur duyuyorum. Kalem Ajans’ta bugüne kadar çalışmış olan herkes bu hassasiyete sahiptir. Aslında konuşmamızın başında da söylediğim gibi, her dile yakınlık, her dil için eşit mesafede çalışmak Kalem Ajans’ın DNA’sında olan bir durum. Bazı çok büyük, isimleri iyi bilinen ajanslar mesela İspanya’ya, Norveç’e kitap satmaya çalışırken Moğolistan’ı kendi çalışma atlaslarına hiç koymuyorlar bile. Aynı şekilde Gürcistan, Ermenistan ya da Estonya küçük pazar dilleri ile “Bunlarda çok fazla kâğıt işi var,” veya “Bunlardan kazanılacak olan telif geliri çok az olur,” filan deyip uğraşmıyorlar. Bu aslında iki türlü fakirliğe neden oluyor. Eleştirdiğimiz yani sadece ekonomik gücü yüksek olan ülkelerin ya da silah sanayinin gelişmiş olduğu ülkelerin isimlerini bilirken, diğer ülkelerin kültür-sanatını bilmiyoruz ve onlara karşı bir yok sayma yaratıyoruz. Bu kendi ülkemiz için de geçerli. O zaman dünyanın beş veya altı büyük yayıncısı Türkiye’yi de yok sayar. Kendimizi oraya sokmamak için diğer ülkeleri de tanıyor olmamız gerekiyor aslında yani ayıpladığımız şeyi kendimizin de yapmaması gerekiyor. Bu yüzden ben tüm ülkelere gitmeye çalışıyorum. Çok yoğun olduğum zamanlarda bile “Buradan hiç iş çıkmaz, ben burada hiç kitap satamam,” diye düşündüğüm ülkelere bile gidiyorum ve çok ilginç şekilde, bunun karşılığını belki kısa vadede, belki orta vadede, belki de çok uzun vadede alıyorum. Önümüzdeki hafta, mesela, gerçekten çok yoğun olduğum bir hafta olacak çünkü Frankfurt Kitap Fuarı’nın ikinci raporlama haftası! Oturup buna çalışmam lazım. Bizim için yılın en önemli fuarı olan Frankfurt’un sonuçlarını oluşturmam gerekiyor ama beni Slovenya’ya davet ettiler. Slovenya Kitap Fuarı için Ljubljana’ya gitmem gerekiyor. Salı sabahı sekizde uçağa biniyorum ve gerçekten çok az insanın konuştuğu bir dil olan Slovencenin durumunu öğrenmeye gidiyorum. İki taraflı gidiyorum çünkü hem Sloven edebiyatını öğrenmemiz hem de onlara Türk edebiyatından kitaplar satmamız gerekiyor. Bu arada, bu ülkelere gitmeden önce ev ödevimi iyi yapmaya çalışıyorum tabii, işte Slovenya nerededir, başkenti neresidir, politik ve ekonomik durumu nasıldır, para birimi nedir, problemi nedir, en ünlü yazarları kimlerdir, en çok çevrilen kitapları hangi yazarlardır, o yazarlar büyük ülke pazarlarında hangi yayıncılar tarafından yayımlanıyor gibi… Mesela Andrej Blatnik, Slovenya’nın gerçekten çok önemli bir yazarıdır ve sizinle yapmakta olduğumuz bu söyleşiden hemen sonra, ben onun diğer ülkelerdeki yayıncılık durumunu, çeviri durumunu araştıracağım, hangi ülkelerde basılmış diye. Bu böyle çok katmanlı bir çalışma aslında. Bize hemen para kazandıracak olan bir iş değil ya da sözleşme, çeviri kazandıracak olan bir şey değil. Bu bir bilinci, bir algıyı oluşturma ve kafamızda bir yer açma durumu. Orada Slovenya’nın olması gerekiyor. Sonra bambaşka bir ortamda, mesela Meksika Kitap Fuarı’nda, siz Slovenyalı bir yayıncı ile karşılaştığınızda -diyelim ki çocuk kitapları yayıncısı olsun kendisi- siz ona Slovenya ile ilgili bir şeyler söylediğinizde o sizi biraz daha can kulağıyla dinleyecek ve belki de hiç düşünmediği bir şekilde sizin kitaplarınızı almak isteyecek. Bu aslında çok çıkarcı, değil mi? Yani “bir yerden bir şey gelebilir” duygusuyla o çalışmayı yapmanız gerekiyor. Bunu siz de yaparsınız. Tatile gittiğinizi düşünün, Norveç’tesiniz ve birisi geliyor “Aaa, biliyor musunuz, ben İstanbul’a geldim,” dediğinde ve turistik yerleri gezdiğini söylediğinde “Bir de Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ni dolaştım, onun şu kitaplarını okudum, sonra şu kitaplara geçtim,” filan diye konuştuğunuzda etkilenmez misiniz? Hepimiz etkileniriz çünkü bütün milliyetçilik duygularımızı kenara atmaya çalıştığımız bir ortamda bile “dilimiz milliyetimizdir” duygusuyla bize olan bu ilgisi bir gülümseme, birazcık daha ilgili dinleme hâline gelir. Bizim yaptığımız iş, ticaret ise de kültür bilinci oluşturması açısından da çok faydası oluyor.

 

TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ İLE DANSI BAZEN VALS OLUYOR, BAZEN TANGOYA KAYIYOR, BAZEN DE ÇİFTETELLİ OLUYOR

 

Slovenya bu seneki Frankfurt Kitap Fuarı’nda konuk ülkeydi, değil mi? Slovenya açısından nasıl geçti fuar? Slovenya orada, kendisini edebiyatıyla ifade edebildi mi? Çünkü bir önceki sene İspanya’nın konuk ülke olduğu fuar çok zengindi, dolu dolu geçmişti.

Slovenya’nın bir avantajı vardı. Bu avantaj, onun dezavantajıydı da aynı zamanda. Slovenya’ya gittiğimde bunu onlardan dinlemek istiyorum çünkü açılışta Slovenya edebiyatını konuşmaktansa, biz Filistin-İsrail savaşını konuştuk. Bu en çok konuşulan konuydu. Bence Slovenya edebiyatına çok az yer verildi. Belki de şansları oldu bu, bilmiyorum. Konuyu gelecek hafta onlardan dinlemek daha iyi olacak sanırım. Evet, Žižek’i hepimiz biliyoruz. Muhteşem bir konuşma yaptı açılış töreninde. O törende olduğum için, onu var gücümle alkışlayabildiğim için çok mutluyum. Unutulmaz bir gündü Frankfurt için. Mesleğim için gerçekten unutulmazdı. Kültür bakanının ve fuarı düzenleyenlerin konuşmalarını dinleyerek Slovenya’ya kalbimde biraz daha yer açtığımı düşünüyorum ve artık o ülkenin gerçekten nasıl olduğunu anlayabiliyorum. Bu yoğunlukta belki de gitmeyebilirdim Slovenya’ya ama şu anda çok isteyerek gidiyorum. Slovenya’nın edebiyatı ile ilgili olarak da, çocuk kitaplarının çok iyi olduğunu söyleyebilirim, birçok dile çevriliyor. Çok yaratıcı durumdalar ve kendi edebiyatlarını diğer dillere çevirmek için çok ciddi fonlar ayırıyorlar. Çeviri destek programları var. Ayrıca yazar rezidansları var. Yabancı ülkelerden yazarlar, yayıncılar oralara gidip konaklıyorlar yani kendi edebiyatlarını tanıtmak için bence çok uğraşıyorlar. Slovenya oldukça genç bir ülke, otuz iki yaşında ve bu kadar sürede oldukça iyi yol aldılar. Frankfurt Fuarı’ndaki stantları çok güzeldi. Tasarımları çok güzeldi. Bence var olan Slovenya edebiyatını iyi anlatabildiler ama daha fazla ne yapılabilirdi ya da eleştiriler nelerdi? Çünkü her zaman böyle bir şey vardır. Yapılanları eleştirenler ve bazı şeylerin daha farklı olması gerektiğini düşünenler olur. Onları da dinledikten sonra kararımı vereceğim, başarılılar mıydı, değiller miydi diye.

 

KalemEv ile devam edelim: KalemEv’i 2021’de Yalova’da açtınız, değil mi?

Evet, aslında vesile olduk.

Ve bütün dünyadan yazar ve çevirmenleri bir araya getirmek amacıyla bunu yaptınız. Anneniz vefat ettikten sonra, babanızın KalemEv için size maddi destek sağladığını ben bilmiyordum, bu söyleşiye hazırlanırken öğrendim. KalemEv’in hikâyesini o açıdan anlatabilir misiniz bize?

Tabii. Annem öldükten sonra, evinin parası kız kardeşim ile bana bölüştürüldü. Küçük bir paraydı bu aslında. Avcılar’daki küçük bir dairenin parasıydı ve biz bu parayı tuttuk Mehmet’le. “Bir gün bir yazar evi kurarız” duygusu vardı. Hep böyle bir düşüncemiz vardı. Neden böyle bir düşüncemiz vardı? Dünyada bunun örneklerini görmüştük çünkü, ülke edebiyatının tanıtımında yazarların desteklenmesi için ne kadar faydalı olduğunu biliyorduk. Çok yakın vadede değil belki ancak sonrasında oldukça verimli olacak bir oluşum olduğunu gördük. Birçok ülkede var bunun örneği. Ülke destekli olanlar var, belediyelerden destek alanlar var, özel fonların yaptıkları var ve biz Türkiye’de de bunun olmasını istiyorduk. KalemEv ilk değildi, daha öncesinde yapılanlar vardı. Biz de, eğer bir tarafından tutabilirsek böyle bir şeyin çok iyi olacağını düşündük. Biz geçimimizi edebiyatla sağlıyoruz. Edebiyata hizmet ediyoruz kocamla birlikte. Bu belki de yılların diyeti olacaktı. Beklediğimizden erken oldu biraz, itiraf edebilirim. “Bunu daha ileriki yıllarda yapabiliriz,” diye düşünüyorduk. Belki ileriki yıllarda daha büyüğünü de yaparız. Ve şu anda Yalova’da olmaktan çok mutluyuz.

KalemEv – Yalova

KalemEv, yedi dönümlük bir arazinin üstünde ve epey bir ağacın arasında olan minik bir ev. Aslında yapmaya çalıştığımız şey, evet, bir evi vermek, evde yazarın rahat konaklamasını sağlamak. Biz sadece yurt dışından yazarları ağırlıyoruz. Türkiye’deki yazarlarımızı maalesef ağırlayamıyoruz. Bir yazar Türkiye’ye geldiği zaman onu okurlarıyla buluşturmak istiyoruz yani bizim amacımız buluşturmak ve bu süre zarfında yapılanın bir şekilde fonlanması. Bu çok önemli bir detay çünkü yazarlar farklı işler yaparken kitap yazmaya çalışıyorlar ve hayatları buna bağlı. Ev geçindiriyorlar, çocuklarının okul taksitlerini ödüyorlar. Bunlar aslında öyle çok kolay işler de değil. Yayıncılık hayatında olan herkes bunun bilincinde. O zaman bizim bu yazarları desteklememiz gerekiyor. Onlar için fonlar oluşturmamız gerekiyor. İşte bu bilinçle başladı her şey. Çok da memnunum orada bunu yapmaktan. Bu yıl İTEF’in son gününü KalemEv’in bahçesinde yaptık. Beklentimizin ne olacağı ile ilgili çok soru işaretimiz vardı. Hatta ekip içinde şöyle espriler yapıyorduk, “Kaç kişi gelecek etkinliğe?” diye ve sayılar da şöyleydi: Beş ya da beş yüz kişi! Çünkü bir etkinliği organize ederken bu çok önemli bir detaydır. Kaç kişi bekliyorsunuz? Kaç kişilik sandalye olması gerekiyor? Ona göre catering olması gerekiyor. Ve dört yüz yetmiş kişi geldi! Çok mutluyduk. Yalova’nın KalemEv’i kucaklamasından çok memnun kaldık. Jandarma komutanı ve görevlilerinden il kültür müdürüne, okullarda genç neslin edebiyatsever olarak gelişmesi için çalışan öğretmenlerden okurlara kadar herkes oradaydı. Çok mutluyuz bunun için. Devam etmek istiyoruz. İTEF’in orada daha çok etkinlik yapmasını istiyoruz ya da sadece KalemEv’e has etkinlikler olsun istiyoruz ama şurasını biraz daha açmak istiyorum: KalemEv’de sadece yazarları değil, Türkçeden diğer dillere çeviri yapan çevirmenleri de ağırlamak istiyoruz. Bu çok daha önemli çünkü bizim yaptığımız işi besleyecek olan bir şey bu. Çevirmenler çok önemli bir iş yapıyor. Hele şu anda “yapay zekâ çevirisi” filan derken çevirmenliği çok desteklenmesi gereken meslek olarak görüyoruz ve Türkçeden diğer dillere çeviri yapan bütün çevirmenlere açığız. Dünyadaki diğer edebiyat evlerinin çok azında olan bir özellik fark ettik. Bence bir eksiklik bu çünkü aynı zamanda edebiyat araştırmacılarının, kültür-sanat gazetecilerinin, festival yöneticilerinin de bu evlerde ağırlanması gerektiğine inanıyorum. Biz hepimiz bir zincirin parçalarıyız ve bu alanın içinde edebiyat araştırmacısı veya festival küratörü olmadan ilerleyemeyiz. Kısacası, kitabın sadece basılması önemli değil, o ülkedeki tanıtımına da hizmet etmek gerekiyor. Bunu yapmayan ajanslar da Türkiye’de ve dünyada var tabii. Yani bizi hiç kimse bunu yapmamız için zorlamıyor ve bunu yapmadan da aslında çok başarılı olabiliriz. Bunu çok samimiyetle söylüyorum, bunu kesinlikle yapmak zorunda değiliz. Bazen biz de kendimize söylüyoruz, yorulduğumuz zaman ekiple kendi aramızda konuşurken “Bunu niye yapıyoruz?” dediğimiz oluyor. Yorgunluktan ağlayacak hâle geldiğimiz zamanlar oluyor çünkü bunu yapmadan da alkışlanan ajansları biliyoruz ama biz böyleyiz. Ve iyi ki de böyleyiz.

 

 

HER ÜLKE NASIL Kİ KENDİ MAKARNASINI, MEYVESİNİ VEYA TURİZMİNİ SATMAYA ÇALIŞIYOR, EDEBİYATINI DA SATMAYA ÇALIŞIYOR

 

Açılımı “İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali” olan İTEF’e gelelim şimdi: İTEF’i 2009’da organize etmeye başladınız, değil mi? Amacınız da çevirmenleri, edebiyat eleştirmenlerini, yayıncıları ve okuyucuları buluşturmaktı. Bir de sizin fellowship programınız var. Yayıncılık profesyonellerini, İTEF’in gerçekleştirildiği hafta içinde, dört veya beş gün boyunca İstanbul’da ağırlıyorsunuz. Peki, İTEF için en çok maddi desteği kimden alıyorsunuz? Kimden beklentileriniz var? Başka ne yapılabilir? Avrupa Birliği fonlarının bu etkinliğe bir katkısı oluyor mu?

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile dansı bazen vals oluyor, bazen tangoya kayıyor, bazen de çiftetelli oluyor. Şöyle ki, biz 2009’da başladığımızda İstanbul 2010 Kültür Başkenti olacaktı ve “Biz 2009’u yaparsak 2010, hatta 2009 için bile bu kültür başkenti çalışmalarından fon olabiliriz, en azından onlardan destek görebiliriz,” diye düşündük. İstanbul Kültür Başkenti etkinliğini yapan bütün insanlara selam olsun; “İstanbul’da bir uluslararası edebiyat festivalinin olması, desteklenmeye değer bir şey değildir,” dediler. Ve o yıl başlatılan bir kültür başkenti organizasyonundan, dünya kadar bütçesi olan bir fondan bir uluslararası edebiyat festivali doğamadı. Her neyse, dediğim gibi, onlara selam olsun, kendi işlerine devam etsinler. Biz aslında -Mehmet’in de çok kullandığı tabirle- “imece usulü” devam eden bir festivaliz. Herkesin ufak tefek destek olduğu bir fon bu. Gönül isterdi ki, böyle kocaman bir ismimiz olsun, bilmem ne şirketinin parasıyla rahat ilerleyelim ama olmadı. Edebiyatı desteklemek çok hızlı sonuç getiren bir şey olmadığı için büyük şirketler buna yatırım yapmayı çok uygun görmüyorlar bence. Belki de bizi bu yüzden desteklemiyorlar ama edebiyat en küçük bütçelerde en büyük, en uzun etkiyi gösteren sanat dallarından biri, hatta belki de başında geliyor. Ama bunun sonucunu görev süreleri boyunca ya da o şirkette çalıştıkları süre boyunca göremeyeceklerinden dolayı böyle bir şeye çok yanaşmıyorlar. Olan bitene kızmayı, üzülmeyi çoktan bıraktık. “Elimizde ne varsa onunla ilerleyelim,” diyoruz. 2009 ve 2010 böyle geçti. Bizim şöyle bir durumumuz vardı: Avrupa Birliği, üyelerine ve aday üyelerine edebiyat festivallerinde destek oluyordu, hâlâ da oluyor. Destek oluyordu ama bir şartı vardı: Bunun, beş yıllık bir edebiyat festivali olması gerekiyordu. Yani beş yıl boyunca bir edebiyat festivali düzenlediğinizde onlar sizin artık desteklenebilir, sürdürülebilir bir festival olduğunuza ikna oluyorlar ve sonra da destek veriyorlardı. Biz beş yılımızı doldurduk, tam böyle bir şey için hazırlık yapacağız, Türkiye AB’den çekildi. Netice olarak Türkiye, herhangi bir edebiyat festivali için böyle bir fondan para alamıyor. O günü çok iyi hatırlıyorum. Gerçekten nasıl olabilirdi böyle bir şey!?! Evet, bunun tabii ki birçok politik yönü var. Arkasında başka nedenleri var. Şu anda bahsetmemize gerek olmayan bir durum. Ama biz Avrupa’yla aynı pistte dans edemiyoruz ve birileri bir şekilde bizi sağımızdan, solumuzdan çekerek bu pistten çıkmamızı istiyor ve bundan da en çok zarar gören, aslında Türkiye’nin kendisi oluyor, Avrupa filan değil. Bu durumda “Gelecekte yine bir şeyler değişebilir, bizi de bu piste alırlar,” diye devam etmemiz gerekiyor çünkü bu kararları verenleri desteklemiyorsak onların bu yaptırımlarına da boyun eğmememiz gerekiyor. Bu bizim kendimize karşı, dünyaya karşı olan sorumluluğumuz. Bu yıl bir Goethe Enstitüsü projesinin içindeydik. Bu; enstitünün organize ettiği ve beş ülkenin dahil olduğu, edebiyatın değişmesini, gelişmesini sağlayan bir projeydi. Onlarla iş birliği yaptık ve şu anda Mehmet galiba Antep’te. Bu proje kapsamında gezici bir kütüphanemiz de var ve ondan fazla şehirde bu gezici kütüphaneyle etkinlikler yapılıyor. Onlara Sırbistan, Kosova, Arnavutluk, Makedonya edebiyatları tanıtılıyor. Bizim bu gezici kütüphane, söylediğim ülkelerin hepsini dolaştı. Onlara da Türk edebiyatını tanıttı. Şu anda en son durak olarak Türkiye’deler. Bununla gurur duyuyorum. Gezici bir kütüphaneyle şehir şehir dolaşıp oralarda etkinlikler yapmak çok kolay bir iş değilmiş ama oldukça başarılı geçiyormuş. Beklentilerimizin yine çok belirsiz olduğu durumlarda, dolu dolu salonlardan fotoğraflar geliyor. Gerçekten gurur duyuyorum bunun içinde olduğumuz için.

 

Kültür Bakanlığı’na bağlı, Türk edebiyatını dışarı açma projesi olan TEDA’nın bir desteği oluyor mu veya oldu mu hiç?

Bize ya da Türkiye’deki herhangi kuruma TEDA’nın direkt desteği olamaz çünkü TEDA’nın açılımı şu: Türk Edebiyatının Dışa Açılım Projesi. Sadece Türkçe yazılmış olan kitapları dünya dillerinde basmaya niyetlenen, bunun sözleşmesini alan yayıncıya destek olabilir TEDA. Bu şu demek: Bizim, telif hakkı satışını gerçekleştirmemiz gerekiyor, bunun sözleşmesinin olması gerekiyor. Dünyanın herhangi bir ülkesinden -Sri Lanka’dan diyelim, mesela. En yeni ülke olarak Sri Lanka’ya satış yaptık ve çok hoşuma gitti bu!- bir yayıncı başvurdu ve Hakan Günday’ın Zamir romanını basacak. TEDA, bu çevirinin desteklenmesine karar verdi ve kitap Sri Lanka’da yayımlanacak. Çok şahane bir şey değil mi bu?

Müthiş!

Edebiyatımız, kolay kolay gidemeyeceğimiz ülkelere TEDA desteğiyle gidiyor. Yazarlarımız oralarda okunuyor. TEDA iyi ki var. Orada çalışan ekibe çok minnettarım ancak Türkiye’de birçok güzel proje Ankara’nın rüzgârlarında savrulup gidiyor maalesef. TEDA’nın bugünkü başarısında, orada çalışan ekibin çok büyük bir katkısı var bence. Buradan verilen istatistiki bilgiler yani TEDA için bütçe ayıranlara verilen bilgiler doğru ve etkili bir şekilde verildi, savunuldu ki, proje hâlâ devam ediyor. Ve “TEDA beni desteklemesin, kitaplarım basılmasın,” diyen yazar sayısı da çok azaldı artık. Bizim vergilerimizle oluşan bir fonla bu proje devam ediyor. Her ülkenin kendi fonu var. Bakın, ABD kendi edebiyatını desteklemek için hâlâ para ayırıyor, Fransa inanılmaz fonlar ayırıyor. Büyük pazar dilleri için örnekler veriyorum. Bunun aynısı az önce bahsettiğimiz Slovenya’da da geçerli, Norveç’te de geçerli, Danimarka’da da geçerli. Moğolcada, Arapçada da geçerli. Neden bizim de ülke edebiyatımızı tanıtma fonumuz olmasın? Var ama elbette çok hatası da var. Eleştirilerimi de söylemem lazım çünkü mükemmel değil. Kötü tarafları olan ancak iyi tarafları çok daha baskın olan bir proje bu. Kötü tarafları nelerdir peki? Bence son yıllarda şeffaflığını yitirdi. Şeffaflık keşke daha fazla olsa. Vardır bunun da bir nedeni ve değişirler daha sonra. TEDA’nın varlığı, aynı zamanda ciddi bir motivasyon kaynağı çünkü her ülke kendi kitaplarını satmaya çalışıyor. Bu bir ticaret yani, büyük bir ticaret. Her ülke nasıl ki kendi makarnasını, meyvesini veya turizmini satmaya çalışıyor, edebiyatını da satmaya çalışıyor, tanıtmaya çalışıyor ve bunun için fonlar ayırıyor ülkeler, destekler veriyor. Araba satarken de yapıyorlar bunu, uçak satarken de, silah satarken de. Beni şimdi linç edebilirler, “Nermin silah satanlarla edebiyat satanları aynı yere koydu!” diye. Ama bunun bir ticaret olduğunu da unutmamamız gerekiyor.

 

BOOKER VE NOBEL TÖRENLERİ İÇİN ELBİSE SEÇMEYE GİTMEK İSTİYORUM

 

Linden’dan da bahsedelim mi? Öncelikle, hayırlı olsun. Tasja Dorkofikis ve Geraldine D’Amico ile Londra’da yeni bir yayınevi açtınız. Ortaklarınız İngiliz ve Fransız, değil mi?

Evet ama Tasja aynı zamanda Yunanistan ve Polonya kökenli. Dedeleri oralardan geldiği için isminde hem Yunanca hem de Lehçe tınıları var ama kendisi İngiliz, bir İngiliz ile evli, İngiltere’de yaşıyor ve Oxford mezunu. Çok uzun yıllar boyunca editörlük yapmış, yayıncılık dünyasında olan ve aynı zamanda festival yöneticiliği de yapmış olan biri. Geraldine de öyle. Ben onu Londra’da Fransız Kültür Ateşesi olduğu zamandan, yaklaşık yirmi yıl öncesinden tanıyorum. Londra’da bir zamanlar çok güzel, büyük bir parti olurdu. Salı günleri Fransız Kültür’ün içinde bütün yayıncılık dünyası orada olurdu. Partiyi düzenleyen Geraldine’di. Sonra Londra’da çok eski bir edebiyat festivali olan Yahudi Edebiyat Festivali’nin yöneticiliğini yaptı. Şu anda Paris’te yaşıyor. Birçok çeviri yapan, daha önce yayıncılıkta da çalışan biri Geraldine. Ortaklarım çok deneyimli ve bu aslında onların fikriydi, benim değil. Bana Londra Kitap Fuarı’nda böyle bir yayınevi kurduklarını söylediklerinde çok heyecanlandım. Dünyaya bakışlarıyla, çalışmalarıyla, edebiyat sevgileriyle çok takdir ettiğim ve çok da saygı duyduğum iki kadın, iki şahane kadın… “Ben de sizinle ortak olabilir miyim?” dedim ve büyük bir heyecanla kabul ettiler. Şimdi bir yayınevi hazırlığındayız, evet. Logomuz belli oldu, kitap kapaklarını seçtik. Ama bu işler Londra’da, Türkiye’de olduğundan çok daha yavaş ilerliyormuş ve belki de olması gereken bu çünkü Türkiye’de bir karar verildikten sonra yayınevinin ortaya çıkması çok hızlı oluyor. Belki de olmaması gerektiği kadar hızlı oluyor. Sektör çalışması yapılmadan, dağıtımcılarla konuşulmadan, kitapçılar bilgilendirilmeden oluyor bu yani ön hazırlığın çok hızlı geçildiği bir ülke Türkiye. Birçok alanda olduğu gibi, yayıncılıkta da bu böyle. Biz şimdi Londra şartlarında bunu yapmaya çalışıyoruz. Çok büyük bir yayınevi olmayacağız. Bu konuda kendimize hep bunu söylüyoruz. Bestseller bir yayıncı olmayacağız. Biz dünya edebiyatını İngilizce yayımlayacağız ve yayımladığımız kitaplar da bizi heyecanlandıran kitaplar olacak. Bu konuda üçümüz de çok kararlıyız. Üçümüzün de ortak kararı olması gerekiyor. Tabii üçümüz de çok farklı kültürlerden, farklı eğitimlerden ve farklı ülkelerden gelen, çok dil konuşan, böyle çok farklı bir ekip olduk ve farklı dillerden besleniyoruz. Bakalım nasıl olacak… İlk kitabımızın çıkmasına daha çok var. 2025’in başında çıkartacağız kitaplarımızı. Az önce de söylediğim gibi, bestseller yayıncılık yapmayacağımız için dünya edebiyatından bir sonraki kuşak tarafından da okunulmasını istediğimiz kitapları yayımlayacağız. Özetle bunu istiyoruz galiba. Burada azıcık kendimi övmeme izin verir misiniz lütfen? İTEF 2009’da, ilk yazarlarımızdan birisi Olga Tokarczuk’tu. O zamanlar galiba sadece üç, belki de dört dile çevrilmiş olan bir yazardı. Orada Lehçe çevirmenimiz Neşe Yüce’nin de desteğiyle Olga’yı İstanbul’da ağırladık. Çok az kişi vardı etkinliğinde ama Polonya edebiyatına yer vermek bizim için bir gururdu. Olga daha sonra, sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, önce Booker, sonra da Nobel aldı. Benim için çok güzel bir anısı vardır; bunu da anlatmak istiyorum: Olga Nobel aldıktan hemen sonra Frankfurt Fuarı’nda -Nobel her zaman Frankfurt’un hemen öncesinde ya da fuar ile aynı anda açıklanır- Frankfurt ekibi büyük bir parti vermişti. Ben de o partiye davetliydim. Güzel bir partiydi. Olga kapıdan içeri girdi, herkes ona bakıyor, alkışlıyor. Çok güzel bir andı bu ve girilmesi çok zor olan bir parti olduğunu da belirtmek istiyorum. Dediğim gibi, kendimi birazcık öveyim burada. Olga kollarını açarak beni kucakladı ve herkes bize baktı. Ben çok şaşırdım bunu yapmasına. Hiç beklemediğim bir şeydi. “Sen bana ilk inananlardan birisiydin, Nermin,” dedi. Bu arada, o kadar süre hiç karşılaşmamıştık ama Olga’nın kitapları daha sonra Türkiye’de çevrilmeye devam etmişti. Şimdi başka bir ajans tarafından, İngiltere’deki bir ajans tarafından temsil ediliyor kendisi ama iletişimimizin bu şekilde bir kucaklaşmayla devam etmesine çok sevindim. Evet, biz bir sonraki Olga Tokarczukları yayımlamak istiyoruz. Georgi Gospodinov’u da yayımlamak istiyoruz. Bu arada Bulgar yazar Gospodinov da İTEF’in ikinci yılında gelen yazarlarımızdan birisidir. Onunla da aynı şekilde, bu yılki kitap fuarında, ödül töreninden hemen önce kapıda karşılaştık. Çok tatlı bir şekilde “Kaç dil oldu şimdi, Georgi?” diye sordum. Biliyordum ki, Booker’dan sonra bu sayı artıyor. “Çok önemli değil, otuzu geçti ama sen bana ilk inananlardan birisiydin,” dedi Olga gibi. Bu çok güzel bir his gerçekten. Bence yaptığımızın işin en tatlı, en şekerli taraflarından biri. Bu hissi seviyorum ve bunu daha çok yaşamak istiyorum. Yayımladığımız kitaplarla Booker törenine katılmak ve Nobel’e gitmek istiyorum. Şu anda hayatta tek istediğim şey bu çünkü diğer hepsini yaptım gibi geliyor.

 

Ben oraya gelecektim zaten, “Ne hayal ediyorsunuz? Yapmadığınız ne kaldı?” diye. Ama bir yazarınızı önce Booker törenine, sonra da Nobel’e götürmek istediğinizi çok iyi biliyorum.

Erken zamanda yapalım ki, böyle güzel elbiselerimi giyeyim ve o törende olabileyim. Şu anda tek istediğim bu hayatta. Booker ve Nobel törenleri için elbise seçmeye gitmek istiyorum.

Ha haaaa! Şahanesiniz!

Evet, alışverişe gitmek istiyorum ama Bookerlık olsun!

Onun için hazırlanmak pek bir coşkulu, pek bir heyecanlı olmalı.

Evet, bunu ekiple de bazen konuşuruz. Ne giyeriz, hangi markadan alışveriş ederiz? Çok heyecanlı gerçekten!

 

Bir de bu “Linden” ismi… “Linden”, İngilizcede “ıhlamur” demek. Sizin logonuzda da ıhlamur tohumu var, öyle değil mi? Onun hikâyesini de öğrenebilir miyiz?

Benim seçimim değildi bu. Söylemem lazım, Tasja’nın seçimiydi. Ben ismini sevdim, çok sevdim. Bizim KalemEv’in bahçesinde de ıhlamur ağaçları var. Çok severim ıhlamur ağacının görüntüsünü. İsmi de çok hoş geliyor bana. Tarihine de baktığımız zaman ya da onunla ilgili bir araştırma yaptığımızda köy meydanlarında hep bir ıhlamur ağacı olurmuş ve köy onun etrafında konumlanırmış. Bu arada, babamın söylediğine göre, genelde tek olurmuş, bilmiyorum, doğru değildir belki. Bizim KalemEv’in bahçesinde bir ıhlamur ağacı var, yaklaşık iki yüz yıllık ve sanırım beş altı kök aynı anda çıkmış, o kadar da büyük bir ağaç! Evet, ıhlamurlarımız var KalemEv’in bahçesinde. Bu arada, son gittiğim fuarlarda şunu öğrendim: Biz ıhlamur ağacını biliyoruz. Bizim için çok sıradan bir ağaç, değil mi? Ama dünya, ıhlamuru bu kadar çok bilmiyormuş. Frankfurt Kitap Fuarı’nda görüştüğüm yayıncılar vardı mesela, Japon yayıncı ile konuşuyorum, “Linden,” diyorum, hiçbir şey ifade etmediğini görüyorum yüzünde. Sonra anladık ki, ıhlamur Avrupalı bir ağaç. Mısır’da ıhlamur ağacı yok yani, Peru’da yok, Hindistan’da hiç yok böyle bir ağaç ve bunu bilmiyorlar. Kelimeyi de bilmiyorlar. O yüzden bizde yarattığı etkiyi yaratmıyor onlarda. Ben bunu, yaratmıyor oluşunu daha çok sevdim. Ama mesela Slovenya’da görüştüğüm yayıncılar ya da Bulgar yayıncılar, Rumen yayıncılar “Aaa, bizim sokaklarımız ıhlamur doludur,” diyorlar. Hatta ıhlamur, Slovenya’nın resmî ağaçlarından biri olarak biliniyormuş. Güzel bir tesadüf bu veya kader çünkü ortaklarımla bunu ilk kez konuşurken “Biz Avrupa edebiyatını yayımlayalım ve İngilizce yayımlayalım çünkü bu konuyu biliyoruz,” dediler. Her ne kadar “Aslında ben diğer ülkeleri de biliyorum,” demek istesem de sesimi pek çıkartmamıştım bu konuda. Ve bizim ilk çıkış noktamız, Avrupa edebiyatını İngilizce olarak yayımlamaktı. Bu Linden ile de örtüşüyor gibi. İlk kitaplardan biri Hırvatçadan, biri de Lehçeden gelen kitaplar oldu. İki kadın yazarın kitaplarının telifini aldık ve onlar şu anda çeviride. Böyle bir isim güzelliği oldu. Sevdim ben. “Kalem” ismini de çok severim. Çok güzel değil mi Kalem Ajans? Linden da başka güzel oldu.

Ve her dilde kolaylıkla telaffuz edilebilen bir isim “Kalem”.

Bir de ıhlamur içerken sakinleşiriz, onun demlenmesini bekleriz. Bizimle çok örtüşen, güzel bir isim oldu. Logomuz da evet, ona göre yapıldı. Logomuzu çok ünlü bir Amerikalı tasarımcı yaptı. Çok basit gibi duruyor bu işler ama gerçekten çok zaman harcadık logo seçimimize. Kapaklarımızı henüz ilan etmedik ama onlar da hazır. Kapak tasarımımız için de çok uğraştık, çok zaman harcadık. Evet, heyecanlıyız ama daha çok var, daha bir yılımız var kitapları yayımlamak için.

Hazırlık aşaması biraz uzun sürecek tabii.

Evet, çünkü çevrilecek, edit edilecek.

Onları İstanbul’da da satacak mısınız?

Aslında evet. Çok tatlı bir şey oldu. Minoa açılmış Pera’da. Minoa’ya gittim. Orada İngilizce kitap bölümü de vardı ve tabii ki heyecanla hayal ettim, “Bir yıl sonra Linden’ın kitapları burada da olacak mı?” diye. Güzel bir hismiş. Bütün yayıncı arkadaşlarımla yani meslektaşlarımla o heyecanı paylaşmak hoşuma gitti. Ajan olarak çok heyecanlar paylaştım ve çok gururlar, mutluluklar yaşadım. Gerçekten bu yirmi yıla minnettarım. Ve devam ediyoruz. Bu arada Linden bana ajanlığın başka bir tarafını da gösterecek. Şöyle ki, biz aldığımız kitapların bir kısmını dünya dilleri olarak alacağız yani sadece İngilizce haklarını değil, tüm çeviri haklarını alacağız. Bu durumda ben, o kitapların dünyaya satışını da sağlayacak kişi olacağım yani bunca yıl sadece Türkçe yazılmış olan kitapların hakları için uğraşıyordum. Şimdi farklı ülkeler için de uğraşacağım. Bu bana yeni bir sayfa açacak ajanlık hayatımda.

(Röportajın ikinci bölümü iki hafta sonra paylaşılacaktır.)

2 Yorum

  1. Yukarda anlatmaya çalıştıklarımla biz kitap okumuyoruz yazar okuyoruz mesajını da vermeye çalıştım. Yayın evlerinin yabancı yazara yatırım yapma merakı o kadar net ki, yazarak evine ekmek götürmek isteyenler tam tabiri ile “ağızlarıyla kuş tutmaları” gerekir ama tuttukları kuş ne kadar et verir? et mi verir yoksa çığlık çığlığa ortalığı velveleye mi verir bilemem?

    Her çıkan yeni kitabıma “OKUYUCSU BOL OLSUN; TEBRİKLER” diye mesaj atanların yarısı kitabımı alsa ilk hafta çok satanlar listesinde olurum. >BU da işin ironi kısmı.
    Kolay Gelsin
    Numan Aydınoğlu

  2. Elinize sağlık, merak ve heyecanla okudum. Okumayı öğrendiğimden beri hiç bıkmadım okumaktan. Ancak bizim nesil “BOŞ ZAMANLARINDA KİTAP OKUYAN”ın alkışlandığı bir nesil maalesef. Hatırlayın, Orhan Boran ve Halit Kıvanç’ı. yaptıkları radyo programlarında katılımcıya sorarlardı; Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? eğer katılımcı ki KİTAP OKURUM derse müthiş bir alkış efekti gelirdi arkasında. Yani verilen mesaj netti aslında “Kitap okumak boş zaman işidir” Ben şanslıydım. Yaşadığımız şehirde evinde kitaplığı olan bir kaç ebeveynden birine sahiptim. Yazmaya çok geç başladım. Güncel konular üzerine makaleler ve denemler derken sonra işin içine Roman girdi. İlk romanımı yazdığımdan bu yana 12 yıl geçti ve şu anda 6 kardeş oldular. bir de yanlarında şiir kitabı var onlara yoldaşlık eden. Aradan geçen süreçte yaşadıklarım ve öğrendiklerim ile bugün sohbetinizin ilk bölümünü okuduğum yazının çok az kısmı ile aynı fikirde oluyorum. Onlarca soru geliyor aklıma. Mesela bugün marka olmuş yazarların kendilerini yetiştirdiklerini söyledikleri “Önemli Yazarlar” ile fotoğraflarını paylaşıp hala kendi tanıtımlarını yapıyorlar ama yarın onların fotoğrafını paylaşacak kaç genç yazara el verdiler acaba? Yani çok net olarak gördüğüm yazar, yayınevi ve Kitapevi üçgeninin duvarlar öylesine kalın ki diğer tarafa geçmek mümkün değil. Hatta ne olur ne olmaz diye kapı bile yapmamışlar sanki. İçerdekiler ve dışardakiler. Yani yazmayı seven veya yazdıkları ile okuyucuya bir şeyler anlatmak isteyen için hayat hiç de o kadar kolay değil çünkü biz toplum olarak KİTAP DEĞİL YAZAR OKUYORUZ. Maalesef okuyorum diyenlerin bir çoğu da …………..’nın son kitabını okudun mu? ben Çok beğendim(!) diye açılan sohbete “evet” diyebilmek için okuyor ve hatta eğer beğenmedi ise bunu dahi söylemek cesaretini gösteremiyor.
    Çok uzun yazdım kusura bakmayın ama birilerinin de “KRAL ÇIPLAK” demesi lazım. Kolay gelsin. Numan Aydınoğlu

Bir yorum Yaz