Arama Sonucu:
Macaristan Liyakat Nişanı Şövalye Haçı Töreninde
İstanbul Macar Kültür Merkezi – 11 Aralık 2023

Tanpınar’ın yurt dışında çok sattığını, birçok dile çevrildiğini biliyoruz. Ama İtalya ve Almanya’daki satış rakamları arasındaki fark çok ilginç. İtalya’da, Almanya’ya kıyasla beş kat fazla satılmış Tanpınar’ın kitapları. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?

Altmışa yakın dile satıldı Tanpınar. Bütün satış rakamlarını biliyorum. Burada tek söyleyebileceğim şey, kader. Her kitabın, her çevirinin bir kaderi var ve siz ne yaparsanız yapın, bazen bunu asla değiştiremiyorsunuz. O alıp başını gidiyor. Bunu gerçekten inanarak söylüyorum. Edebiyat ajanı bazen ne yaparsa yapsın, yayıncı ne yaparsa yapsın, o kitap satmayabiliyor. Buna bir örnek vereyim: Tezer Özlü. Tezer Özlü, ilk kurulduğu zamandan beri Kalem Ajans’ın listesinde olan bir yazardı ama on beş yıl boyunca hiçbir kitabını satamamıştık. Bu benimle alakalı değildi. Ben aynı Nermin’dim. Tezer Özlü’ye aynı yoğunlukta hayrandım. Kitapların çevrilmesini de çok istiyordum. O dönemde bizde işe yeni başlayan edebiyat ajanlarından birisi, -Kalem Ajans’ta hep yaptığımız gibi- kendini tanıtan bir bülteni yurt dışına göndermek için bir ya da iki kitap seçecekti ve “Ben, Tezer Özlü üzerinde çalışmak istiyorum,” dedi. Tercihinin yanlış olduğunu anlatacaktım yani normalde anlatabilirdim ama yapmadım. Ofiste çok söylediğim şöyle bir sözüm vardır: “Yaptığımız hatalar yüzünden, şükürler olsun ki, hiç kimse ölmüyor.” Benim bir önceki sektörüm olan sağlıkta insanlar ölebiliyor mesela, ancak burada değil. “Peki, yapalım bunu,” dedim ve o Tezer Özlü bülteninden sonra -ki o zamana kadar birçok Tezer Özlü bülteni üzerinde çalışmıştık- Tezer Özlü’nün satışları inanılmaz arttı! İlginçtir, daha önce de çok çalışılmış, kataloglar hazırlanmıştı. Eksik yaptığımız hiçbir şey yoktu Tezer Özlü ile ilgili yani. Ama işte o bültenden sonra her şey çok değişti. Tezer Özlü şu anda birçok dile çevriliyor. Alman yayınevi Suhrkamp tekrar basacak. Danimarka’ya bile satıldı! “Bile” kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü Danimarka çok az çeviri kitap basan ülkelerden biri. İsviçre de öyle. İsviçre; Türkçeden çok çok az kitap yayımlayan bir ülke, çok zor bir pazar. İşte bazen bir yazarın veya bir kitabın kaderi oluyor. Tanpınar’ınki de, İtalya örneğinde böyleydi. Bu arada, Türkiye’de de böyle örnekler var aslında. Yani Türkçeye çevrilmiş ve diğer ülkelere göre satışı çok yüksek olan yazarlar var. Az önce Norveç edebiyatından bahsetmiştik. Yine ondan bir örnek vereyim: Dag Solstad. Dag Solstad, Türkiye’de yüz bine yakın satan bir yazar. Başka hiçbir ülkede böyle bir satış rakamı yok kendisinin. Yayıncısı da buna gerçekten şaşırıyor.

 

HER KİTABIN, HER ÇEVİRİNİN BİR KADERİ VAR VE SİZ NE YAPARSANIZ YAPIN, BAZEN BUNU ASLA DEĞİŞTİREMİYORSUNUZ

 

Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet’i… Hatta geçen yıl İTEF’te dinlemiştik kendisini.

Ayfer Tunç – Dag Solstad – Banu Gürsaler Syvertsen
İTEF 2022

Doğru, İTEF’teki o etkinliğe Ayfer Tunç ile katıldı. Dag Solstad, gençliğinde İstanbul’a bir futbol maçı için gelmiş. Çok ilginç, değil mi? Geçen yıl İTEF için tekrar gelmek istedi. Çok yaşlıydı. Sağlık durumu da iyi değildi. Solstad, demin de dediğim gibi, hiçbir ülkede satmadığı kadar sattı Türkiye’de. Şimdi bizim Norveç’le ne bağımız var? Solstad’da diğer yazarlarda olmayan ne var? Kader diye bir şey var bazen ve siz onun ötesine geçemiyorsunuz işte.

 

Kültür, sanat ve edebiyat bazen açıklayamadığımız şekilde bizi birbirimize bağlıyor. Lisedeyken tarih kitaplarında okuduğumuz filanca isyanın sonuçlarını, filanca savaşın sebeplerini bugün artık hatırlayamayabiliyoruz ama bir edebî eserde okuduğumuz olayın bize hissettirdiklerini asla unutmuyoruz. Aklıma şimdi nedense Yılmaz Karakoyunlu’nun Salkım Hanımın Taneleri isimli romanı geldi. Varlık Vergisi’nin o dönemin Türkiyesi üzerindeki etkilerini, Salkım Hanım’ın Taneleri’ni okumuş olan hangi insan unutabilir ki? Bunun onlarca örneği var. Tarihi, tarih kitaplarından öğreniyor ancak edebî kitaplar sayesinde içselleştirebiliyoruz.

Kesinlikle! Ben yirmi yıl önceki Nermin değilim. İyi ki kitap okudum. Beni ben yapan, kitaplardır. Kitaplar aracılığıyla öğrendiğim bilgiler, insanlar, geçmişte yaşananlar oluşturmuştur bugünkü Nermin’i. Dünyaya şu anda bakmakta olduğum pencere, kitaplar sayesinde ortaya çıktı. Bunu diğer sanat dalları da etkiledi tabii. İzlediğimiz filmler, okuduğumuz haberler, sosyal medyada takip ettiğimiz insanlar, hepsi bizi besliyor ama ben kitaplardan daha fazla etkileniyorum. Belki de daha çok, kitap okumamdan kaynaklanan bir durumdur bu, bilemiyorum. Hayat boyu öğrenmeyi sevenler için en güzel entelektüel aktivite bu galiba: kitap okumak. Defne Suman’dan bir örnek vermek istiyorum: Defne Suman da çok çevrilen yazarlarımızdan, temsil etmekten çok gurur duyduğum yazarlarımızdan birisi. Daha önceki kitaplarını da okumuştum ama Kahvaltı Sofrası’nın bendeki yeri ayrıdır. Demin Varlık Vergisi’nden bahsettik, değil mi? Mübadelenin de ne olduğunu biliyoruz ayrıca. Onlar buraya geliyorlar, biz oraya gidiyoruz vs. Kalmayı tercih edenler oldu mu peki? Olduysa onlara ne oldu? Trabzon’dakiler, mesela. Pontus Rumları. Onlara ne oldu? Elli yıl boyunca bu ülkede yaşamış birisi olarak, ben bunu hiç düşünmemişim. Çok ilginç değil mi? Bilinçli olarak kalmayı tercih edenler olmadı mı hiç? Onlar nasıl bir hayat yaşadılar? Gönül ister ki, Karadeniz’e gidip bu insanlarla yerinde konuşalım. İnsanların hikâyelerini dinlemeyi çok seviyorum ben. Onlarla konuşmayı, onların hangi yollardan günümüze geldiklerini dinlemeyi seviyorum. Ama mümkün değil bu. Kitaplar, işte tam da bunun için var. Kahvaltı Sofrası, bana bu sorunun cevabını veren kitaplardan biri olmuştur. Çok tavsiye ederim eğer okumadıysanız.

Çember Apartmanı’nı okuyorum şu sıra. Defne Hanım’ı kitap kulübü toplantımıza da davet ettik hatta. Ama evet, Kahvaltı Sofrası’nı da okuyacağım. Ben de hiç düşünmemiştim o insanları. Kalanlara ne oldu sahi?

Değil mi? Çünkü “mübadele” deyince hepsi gitti gibi geliyor ama gitmedi tabii. Niye bu kadar merak ediyorum acaba? Bu soruyu kendime çok sorduğum oluyor. Evet, böyle olduğumdan dolayı mutluyum ama neden böyle olduğumu tabii ki düşünüyorum. Göçmen kızı olmamın yani doğduğum toprakların şu anki resmî Türkiye sınırlarının dışında olmasının etkisi elbette var bunda ama tek etki bu olamaz çünkü kocam Türkiye topraklarında doğdu ve o da kendi içinde aynı hassasiyeti, aynı öğrenme ihtiyacını duyuyor. Türkiye’de doğan ve ailesinde Türkiye dışında doğmuş kimsesi olmayan arkadaşlarımda da bunu görüyorum. Bu sadece bir isteme, oraya bakma ihtiyacı.

 

“EN SEVDİĞİNİZ YAZAR KİM?” SORUSUNA HÂLÂ “DOSTOYEVSKİ,” DİYEN YAZARLARIMIZ VAR

 

Her sene yeni bir romanı yayımlanan yazarlarımız için, “Bunu yapmak yerine, keşke daha çok kitap okusalar. Norveç edebiyatında neler olup bitiyor, Koreli yazarlar neler yazıyor, Peru’daki okurlar neye talep gösteriyor, bunları merak etseler keşke,” diyorsunuz. Bize uzak olan ülkelerin edebiyatlarına da uzak mıyız gerçekten? Çağdaş dünya edebiyatını yeterince okumuyor muyuz sizce?

Evet, aslında okumuyoruz. İlk yıllarda bana şöyle şeyler söylüyorlardı, çok üzülüyordum: “Nermin, beni bir Bulgarcaya bile satamadın.” O kadar aşağılayıcı, o kadar kötü bir cümle ki bu, espri olsun diye bile söylenmemeli aslında. O “Bulgarcaya bile” diyenlere şunu sormak istiyorum: Peki ya sen, Bulgar edebiyatından ne okudun? Değil mi? Peru’ya kadar gitmeyelim hadi, daha yakın çevremizden ne okuyoruz, ondan bahsedelim. Kazancakis’in ötesinde, Yunan edebiyatından ne söyleyebiliyorsun? Çünkü etrafında, oturduğun apartmanda, çocuğunun gittiği okulda Bulgaristan doğumlu, Yunanistan bağlantılı ya da Gürcistan’dan gelen birisi mutlaka vardır. Bu insanların hayatlarını öğrenmeye o kadar mı ilgisizsin? Yani sadece Amerika mı bizi besleyecek? Her yazar istediği zaman, istediği kitabı yayımlamakta serbest tabii ama benim sevdiğim yani edebiyat ajanı olmayan Nermin’in sevdiği yazarlara bakıyorum da, onlar dünya edebiyatını daha çok okumuş olan insanlar. Ve bu bence onların edebiyatlarına, bizim onlarla olan muhabbetlerimize de yansıyor. Neden mi? Bir masaya oturduğunuzu düşünün, dört beş saat boyunca bir masayı paylaştığınızı hayal edin. Masada konuşulan konu, “Ne olacak bu Türkiye’nin hâli? Ne olacak bu dünyanın hâli?” mi olacak sadece? Bunları aştığınız noktada konuşacağınız konu; kültür, sanat ve edebiyat olur, değil mi? Konu bu olunca yazarlarla, çevirmenlerle, gazetecilerle o alanda okuduğunuz kitapları konuşursunuz tabii. Ve konuşulanlar, Dostoyevski’nin ötesine geçemiyorsa işte o noktada ben sıkılıyorum. Gerçekten sıkılıyorum. “En sevdiğiniz yazar kim?” sorusuna hâlâ “Dostoyevski,” diyen yazarlarımız var bizim. Bir dakika, Dostoyevski’den sonra da yazarlar geldi bu dünyaya. Aynı çağı paylaştığımız o kadar güzel yazarlar var ki, onların varlığından haberdar olmak bence bir okur sorumluluğu, öyle değil mi? Yazar olmadan önce okuruz çünkü. Bir edebiyat ajanı kadar bilmeniz gerekmiyor tabii ama on ülkenin yaşayan bazı yazarlarını söyleyebiliyorsa bir insan, bence tüm dünyaya karşı algısı açıktır. On ülkenin yaşayan yazarlarını biliyorsanız o ülkelerde ne olup bittiğini de biliyorsunuzdur aslında. Çünkü Norveç’ten bir kitap okuduğunuz zaman, Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet’i mesela, bir lise öğretmeninin çocuklarla olan ilişkisini, evde karısıyla olan hayatını okumuyorsunuz sadece. Siz orada Oslo’yu öğreniyorsunuz, Norveç eğitim sistemini öğreniyorsunuz, aile ilişkilerini öğreniyorsunuz, Norveç’teki feminizmi öğreniyorsunuz, oradaki erkeklerin neler yaşadıklarını öğreniyorsunuz, alkol sorunlarını öğreniyorsunuz. Dünya kadar şey öğreniyorsunuz. Demek istediğim şu: İstanbul’daki evinde, sadece kendine bakarak yazan bir yazarın kitaplarını değil, böyle kitaplar okuyan bir yazarın yazdıklarını daha farklı buluyorum ben.

Ben de…

 

Bir de “Kalem Kitap Kulübü” diye bir kulübünüz var sanırım.

Vardı, evet.

Ona ne oldu?

O kulübü canlandırsak ne güzel olur, değil mi? Çok iyi hatırlattınız. Salgın zamanında başlattığımız bir etkinlikti bu. Bir gün, bir kitapçı vitrininin en ön sırasında klasikleri gördüm. Evet, klasikler, bunu da özellikle söylemek istiyorum. Bunun politik bir arka planı var tabii. Klasik yazarlar tweet yazamıyorlar. Bu cümle, konu hakkındaki düşüncemi çok iyi anlatıyor. Tweet yazamayan yazar sevdalılarıyla dolu ülkemiz. Çevirmenine çok daha az telif verilen kitaplar bunlar. Tekrar tekrar basıldıklarında da telifleri verilmiyor. Gayet ekonomik yani! Yaşayan yazarları ne yapacağız peki? Onları nasıl tanıtacağız? Onları geleceğin Dostoyevskileri nasıl yapacağız? “İşte bu benim sorumluluğum!” diye düşündüm ve yaşayan yazarların klasik eserlerden bahsettiği, klasik eserleri kullanarak yaşayan yazarlarımızı tanıttığımız, çevirmenleri de davet ettiğimiz Zoom toplantıları yapmaya başladık. Çok da güzel geçti. Gerçekten özlediğimi, şimdi siz hatırlatınca fark ettim. Hemen o yazarlara yazayım. Devam etmeyi ben çok isterim mesela. O toplantıılarda Anna Karenina’yı okumuştuk. Defne Suman’la yapmıştık bunu. Ben Anna Karenina’yı ilk okuduğumda liseye yeni başlamıştım diye hatırlıyorum ve o günlerde aslında hiçbir şey anlamamışım okurken. Drina Köprüsü’nü okumamıştım. O kitabı da okudum. Çok hoşuma gitti. Onu da Fuat Sevimay’la birlikte yaptık. Decameron Hikâyeleri’ni de okumamıştım. Okumuş rolü yapıyordum sadece. Onu da okudum. Burhan Sönmez’le inceledik onu da. Virginia Woolf’un bütün kitaplarını okumuştum. Üniversitede okumak zorundaydım. Yıllar sonra, elli yaşındaki Nermin’in Kendine Ait bir Oda’yı, Deniz Feneri’ni okuması bambaşkaydı tabii. Onu da Ertuğrul Uçar’la yapmıştık. Güzeldi. Buna devam etmek istiyorum aslında. Ama sadece yirmi dört saatim var. Gene de çok istiyorum.

 

Bir röportajınızda, çeviri konusunda kendinizi yeterli görmediğinizi söylemişsiniz. İstanbul Üniversitesi’nde bir ara gönüllü öğrenci olduğunuzu biliyoruz. Sonrasında da çeviriye başlamışsınız. Çeviriye başlamanız nasıl oldu peki? Bu alanda kendinizi yeterli görmeye başladınız mı?

Çeviri: Nermin Mollaoğlu – 2023

Kendimi hâlâ yeterli görmüyorum aslında. Çok şey öğreniyorum. Bu yine kendimi zorladığım işlerden biri. Bana çok iyi geldi. Dil bilincimi yükselten bir iş oldu. Hâlâ yetersiz olduğumu düşünüyorum. Edebiyat ajanlığında çok iyiyim, gerçekten çok iyi olduğumu biliyorum. Bu kadar yıldan sonra bunu rahatlıkla söyleyebilirim ama çeviri konusunda o kadar iyi değilim, iyi olmak istiyorum. Bunun için de çalışıyorum. Çeviriye de o yüzden başladım galiba.

 

Nermin Mollaoğlu, benim için enerji demek. Bu enerjinin kaynağı nereden geliyor peki? Sosyal medya hesaplarınızdan bile, içinizdeki enerjiyi öyle yoğun hissettiriyorsunuz ki… İşinizi çok sevmenizden mi kaynaklanıyor bu durum?

Bana bu soru çok soruluyor ama inanın, cevabı yok bende. Böyleyim işte. Ama lise arkadaşlarım, “Nermin, sen lisede böyle değildin,” diyorlar. Lisede çok sessizmişim. Evet, sessizdim galiba. Çok kitap okuyordum. Çok da mutlu bir insan değildim lise yıllarımda sanırım. Galiba mutlu olmakla ya da sevdiğimiz şeyleri, sevdiğimiz insanlarla yapıyor olmakla alakalı bir durum bu. Evet, bu önemli bir nokta. Yani bazen sevdiğiniz işi, sevmediğiniz insanlarla yapmak zorunda da kalabiliyorsunuz. O günler çok korkunç oluyor benim için. Şükürler olsun, birlikte çalıştığım insanları da çok seviyorum. Bugün pazar, mesela. Sabah erkenden kalktım. Bilgisayarı açtım ve çalışıyorum. Çalışmak zorunda değilim, yaptığım işleri yapmasam da olur yani. Benim hayatımı çok etkileyecek bir şey değil bu ama seviyorum çalışmayı. Kalktım ve evi toparladım biraz. Sosyal medyaya baktım. Sonra açtım bilgisayarımı, çalışmaya başladım ve çok da hoşuma gitti bu. Slovenya’da bir gazeteciyle buluşacağız. Orada başka kimlerin olduğunu araştırdım. Bana şehirde edebiyat turu yaptırmak istediğini söyledi kendisi. Evet, ona bugün yazmasaydım belki de yapamayacaktık bunu. Slovenya’da birisi beni karşılayacak ve bu durum beni çok heyecanlandırıyor. Bunun daha ötesi nasıl anlatılır, bilmiyorum. Çok kahve içiyorum. Kahvenin de verdiği enerji, iyi hissettirme durumu var tabii. Evet, sanırım yaptığım işleri hep çok sevdim ben. Yani hemşirelik yaparken de çok mutluydum. Öğretmenliği de çok sevdim. Sınıfta kendimi çok iyi hissediyordum. Öğrencilerimle ilişkilerim çok iyiydi. Ama bu mesleği daha çok sevdim ve hayat beni iyi ki bir şekilde buraya getirdi ve devam ediyorum. Sevmediğim işler konusunda çok gıcık oluyorum, çok yapasım olmuyor ve de yapmıyorum. Bu bir lüks tabii. Bunu yapabilmek, böyle bir hayata sahip olabilmek büyük bir şans, lüks, güzel kader. Ben çalışmayı seviyorum. Bedenimi kullanmayı seviyorum. Hiç üşenmem, örneğin. Bu konuda çok iddialıyımdır. Bunu herkese de tavsiye ederim çünkü çok faydası var. Bu üşenme konusunu biraz anlatayım: Babamdan öğrendiğim bir ruh hâli bu. Mesela sabah kalktığında ev dağınık olur, değil mi? Toplamamak için tembellik edersin ama yapınca da kendini enerjik hissedersin. Sonra o enerjiyle çok gıcık bir raporu yazar, bir sürü sayfayı okursun çünkü rahatlamış hissedersin kendini. Bilgisayarınızda bir sürü dosya açık olduğunda sistem eninde sonunda yavaşlar. Bizim beynimiz de böyle işte. İçinde bir sürü kutucuk var. Onları kapatıp yapılacak olan işleri yaptığımızda her şey rahata eriyor. O yüzden yaptığım her şeyi üşenmeden yaparım. Sebebi bu sanırım.

 

ON ÜLKENİN YAŞAYAN BAZI YAZARLARINI SÖYLEYEBİLİYORSA BİR İNSAN, BENCE TÜM DÜNYAYA KARŞI ALGISI AÇIKTIR

 

En büyük pişmanlığınız nedir?

Canım ne istiyorsa genellikle hepsini yaptım. Eğitim hayatımda da, iş hayatımda da çok rahat kararlar alabildim. Çok netimdir. “Bunu istiyorum ya da şunu artık istemiyorum,” diye söylerim ve o konu benim için kapanır. Çok pişmanlık duyan bir insan değilim ama şöyle bir pişmanlığım var benim: Üniversite yıllarımda bir erkek arkadaşım vardı ve yeniden üniversite sınavına girmiştim. Üniversite son sınıftaydım sanırım ve İstanbul Üniversitesi Yunan Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmıştım. İstanbul’a gelip kayıt yaptırmam gerekiyordu ve sevgilim bana “Gitme,” dedi ve ben onu dinledim. Keşke onu dinlemeseydim çünkü bazen aşk veya romantik ilişki uğruna yapılan çok saçma hatalardan biri olarak görüyorum bunu. Böyle olmasaydı ne olurdu? Kaydımı dondurduktan sonra Amerika’ya gidecektim ve Amerika’dan döndükten sonra da Yunan Dili ve Edebiyatı okumaya başlayacaktım. Belki de böylece bir başka bir kapı açılacaktı bana. Bir erkeğin, istemediğim hâlde bana yaptırdığı tek şeydir bu. Amerika’dan döndükten sonra o üniversiteye girmek için çok uğraştım. İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt kampüsünde bir bölüm okumak istiyordum. Bölüme girmeye çok çalıştım ama beni almadılar. Ben de sonra bacadan girdim. Gönüllü öğrenci oldum ve gönüllü öğrenciyken beni Yapı Kredi Yayınları’na önerdiler. Bu, bambaşka güzellikte kapılar açtı bana. O yüzden o kadar da pişman değilim. Edebiyatla ilgili de şunu söyleyebilirim: Ben hep kitap okudum ama bilinçli bir okur değildim. O zamanlar bana “Nermin, şunları şöyle oku,” filan diyen birileri olsaydı eğer… Belki de vardı da, ben onları dinlememiş, dikkate almamış olabilirim, hatırlamıyorum. Daha bilinçli bir şekilde okuyabilirdim, evet. Benim çok yakın arkadaşım olan Leyla Daşkaya, benden çok daha iyi bir okurdur. Lise ve ortaokul yıllarını çok daha bilinçli bir şekilde değerlendirdi Leyla çünkü kitap okumak zaman isteyen bir şey. Öyle bir anda okuyamıyorsunuz o kitapları. Hayatınızın bir bölümünü veriyorsunuz onlara. Bunları daha iyi yapsaydım şu anda belki de çok daha kolay olurdu işim. Düşünüyorum… Başka da bir pişmanlığım yok galiba.

 

Ya sektördeki en ciddi hayal kırıklığınız?

Hayal kırıklığım da var tabii: Kalem Ajans daha kurulmamış. Yapı Kredi Yayınları’ndan istifa ettiğimi söylemişim ama yerime başlayacak birilerini arıyoruz. Bir toplantıya katıldım. O dönemki kültür bakanı müsteşarının yönettiği bir toplantı. Bir otelin toplantı salonundayız. O dönemde üç büyük edebiyat ajansının yöneticileri, kurucuları var. Onların Türk edebiyatı hakkında söyledikleri, Türk edebiyatına bakış açıları beni çok şaşırtmıştı, çok üzmüştü. Osman Nuri Karaca, müsteşara ve salondaki bütün insanlara TEDA’nın olmaması gerektiğini çünkü bu işlerin hep temaslarla olduğunu, öyle para vererek edebiyatın tanıtılamayacağını söyledi. Kezban Akçalı büyüğümüzdü. Biz ondan öğrendik her şeyi. Ondan el aldık ama kendisi, Türk edebiyatının dünya dillerine çevrilmesi için yeterince iyi olmadığını, bu parayı harcamamamız gerektiğini, dünyadan ve özellikle de İngiltere’den yazarların Türkiye’ye getirilip kendi yazarlarımıza eğitim vermesi gerektiğini ve bu paranın da devlet tarafından ödenebileceğini düşünmüştü. Çok milliyetçi olarak algılanmak da istemem ama bu mesleğe kırk yılını adayan, kitap fuarlarına giden, Türk edebiyatı hakkında bilgi verebilecek kişiler onlardı ve onlar da bizim edebiyatımıza böyle bakıyorlardı. Bu beni gerçekten çok etkilemiş ve şaşırtmıştı. Kalem Ajans’ı kurarken Türk edebiyatı hakkında bu söylenenler bana aslında biraz da güç, bunun böyle olmadığını kanıtlama isteği verdi.

Kamçılamış sizi.

 

İSTANBUL’DAKİ EVİNDE, SADECE KENDİNE BAKARAK YAZAN BİR YAZARIN KİTAPLARINI DEĞİL, BÖYLE KİTAPLAR OKUYAN BİR YAZARIN YAZDIKLARINI DAHA FARKLI BULUYORUM BEN

 

Son olarak, mecradaki en büyük başarınızı öğrenelim.

Edebî mecradakiler yazarlarımın başarısı aslında, benim değil. Evet, Tanpınar’ı elliden fazla dile satabilmiş olmak bence çok büyük bir başarıydı. Gurur duyuyorum bunu yapabildiğimizden dolayı. Kalem Ajans’ı ve edebiyat festivali İTEF’i on beş yıl boyunca tüm şartlara rağmen devam ettirebilmiş olmak büyük bir başarı. Gurur duyuyorum bunlarla. Ekibimle gurur duyuyorum çünkü Kalem Ajans’ta çalışmış, staj yapmış birçok kişi var şimdi sektörde. Onlara çok şey öğrettiğimi, onların da bu işi geliştireceklerini düşünüyorum çünkü onlar benden çok daha genç. Sektörü geliştirerek besleyecekler. Kalem Ajans’ta şu anda çalışan ve daha önce çalışmış olan neredeyse herkesle gurur duyuyorum. Ekip olarak biz, şimdiye dek dört bine yakın kitap satmışız. Kalem Ajans’ta on beş yıldır çalışmakta olan Songül Çakmak’tan, en kısa süre staj yapmış kişilerin emekleri ile ortaya çıkmış bir başarı bu. Ve bunu Türkiye şartlarında başardık biz. Yayıncılık, zaten çok az para kazanılan bir sektör ve Türkiye’de bu çok daha zor. Bütün darbelere, bütün sorunlara rağmen başardık bunu. Şu an kendimle gurur duyuyorum, inanın. İyi ki yaptık bu röportajı. Arada böyle konuşmak iyi geliyor. Evet, ben şimdi bütün gece çalışırım bu gazla.

 

BİZİ ASIL MUTLU EDEN ŞEYLER, YAPMAK ZORUNDA OLMADIKLARIMIZ

 

Kapanışı da gülerek yapalım, haydi! Şu Gallimard -Bakın, d’yi telaffuz etmiyorum ama- tecrübenizi anlatmak ister misiniz bize?

Ha haaa!!! Tabii. Bir dönem Yapı Kredi Yayınları’nda çalışmış olan birisi gelip “Ne yapıyorsun?” diye bana böyle “ufak Nermin” şeklinde davranmıştı. Ben de “Gallimard’a e-posta yazıyorum,” demiştim. Çok çömezdim. “Fakat ‘Gallimard’ diye söylenmez o. ‘Gallimar’ diyeceksin. Sondaki d harfi okunmaz,” demiş ve dönüp gitmişti. Ben öğrenmeyi, insanların bana bir şey öğretmesini severim ama onun o üslubu, o üstenciliği beni çok rahatsız etmişti. Her neyse, sonra bir cuma akşamı ofiste çalışıyorum, Burhan Sönmez’in İstanbul İstanbul romanı için Gallimard’dan teklif gelmişti. Kocaman bir teklifti. Çok mutlu olmuştum. Çok yakın zamanda, daha geçen hafta, Hakan Günday’ın son kitabı Zamir de Gallimard’dan çıktı. Evet, bu Gallimard’ın d’si şu anda iki yazarımızı yayımlıyor, hem de çok başarılı bir şekilde yapıyor bunu.

Fransa’nın en büyük yayınevlerinden biri değil mi Gallimard?

En büyük yayınevlerinden, dünya edebiyatında en prestijli yayıncılardan biri çünkü Actes Sud de var, başka yayınevleri de var ama Orhan Pamuk’un ve Yaşar Kemal’in yayıncısı Gallimard olduğu için, Türkiye’de de çok bilinen bir yayınevi. Hâlâ ailenin son üyesi tarafından yönetilen bir yayınevi. Altı yüze yakın yeni başlık çıkartıyor her yıl. Ve Fransız edebiyatını dünyaya tanıtıp satan en büyük yayıncılardan biri, bu da çok önemli. Hem dünya edebiyatını Fransızca basıyor hem de yeni Fransız yazarları yayımlayıp onların kitaplarını dünyaya satıyor. Bu yönü açısından da alkışladığım bir yayınevi. Kitaplarımızın oradan çıkmasından çok mutlu olmuştum. Pazartesi ilk işim, Fransızca basılan Zamir’i sosyal medyada paylaşmak olacak.

Nobelli yazar Annie Ernaux’un kitaplarını da yayımlayan Gallimard değil miydi?

Evet, evet.

Siz Nobel’den bahsedince şu soru geldi aklıma: Gallimard’da kaç Nobel var acaba? Bunu bilmiyorum. Şu an öğrenmek istediğim bu işte. Bu röportaj bittikten sonra, Gallimard’ın kaç Nobelli yazarı olduğunu araştıracağım. Bunu bilmem gerekmiyor, yapmam gerekmiyor ama öğrenince mutlu oluyorum işte. Bu da güzel bir şey çünkü yapmak zorunda olduğumuz şeyleri yapıyoruz genellikle.

Doğru.

Ama bizi asıl mutlu eden şeyler, yapmak zorunda olmadıklarımız. Şu anda sizin bu röportajı yapmanız gibi mesela… Bu röportajı okuyanlar da, yapmak zorunda olmadıkları şeyleri yapmayı denerler umarım.

Marmara Adası Edebiyat Günleri Ağustos 2023

Umarım…

 

Teşekkürler… Biraz uzun ancak çok keyifli bir söyleşi oldu.

Asıl ben teşekkür ederim, Çiğdem Hanım.

2 Yorum

  1. Emeğinize sağlık,
    Umarım bir gün tanışma fırsatımız olur ve o zaman ben de kendisine bu anlattıklarının yazar penceresinden nasıl göründüğünü anlatma fırsatım olur. keyifli bir kahve sohbeti olacağından eminim.

  2. meral kurulay

    Yine çok zihin açıcı bir röportaja imza atmışsın arkadaşım, ne güzel. Kalem Ajans ismini duymuştum, Nermin Hanım’ı da tanıyordum ama bu kadar güzel işler yaptığından haberim yoktu doğrusu. Kendisiyle gurur duydum. Ayrıca seninle de gurur duyuyorum dostum, dedim ya hayatımıza bir güneş gibi doğdun. İyi ki varsın, kalemine kuvvet.

Bir yorum Yaz