“Umut bitince her şey, gelecek de biter.”
Merhaba, Oya Hanım. Bu söyleşi için bizi kırmadınız; dergimiz Mikroscope adına size teşekkür ediyorum. Sohbeti, izninizle, Can Yayınları’ndan nisan ayında çıkan son romanınız YAZARLAREVİ CİNAYETİ üzerinden yapmak istiyorum. “İnsanın zaman algısı ne tuhaf! Bazen bir yıl bir ömür oluyor, bazen bir ömür bir yıla sığıyor,” diyerek başlamışsınız kitabınıza. Şu son iki yılı bu açıdan nasıl değerlendirirsiniz? Bir ömür gibi mi geçti pandemi süreci sizin için?
Zor iki yıldı ama bana hızlı geçmiş gibi geldi. Bunun nedeni, pandemi koşullarında yaşamımın alıştığımdan çok daha hareketsiz olmasıydı sanırım. Yurt içi – yurt dışı seyahatler, toplantılar, hatta yaşamımızın önemli parçası olan arkadaşlarla buluşmalar büyük ölçüde kısıtlanmıştı. Tekdüze geçen zamanı, o anları yaşarken uzun sürmüş gibi algılasak da sonradan baktığımızda dünmüş gibi hatırlıyoruz. Dış dünya ile ilişkimiz azaldıkça zamanın içi dolmuyor sanki. Bazen hiç yaşanmamış gibi oluyor.
Her birimizin kendi kabuğuna çekildiği, dış dünyayla ilişkisinin en aza indiği son iki yılın size 80 YAŞ ZOR ZAMAN GÜNLÜKLERİ’ni yazdırdığını biliyoruz. Bu korona günlüklerini hangi dürtüyle yazdınız peki? Normalde günlük tutar mısınız yoksa bu tarihî dönemi unutmamak / unutturmamak, suya yazı yazmış olmamak için mi bu süreçte yaşadıklarınızı kaleme aldınız?
Hiç günlük tutmadım. Bizim gençliğimizde yaygın olan hatıra defterim de yoktu. 2020’de 80 yaşımı bitirdim. 80 yaş, az yaş değil. 80 yaş günlüklerini yazmaya pandemiden önce karar vermiştim. 80 yaşım korona salgınına rastlayınca günlükler de korona dönemi günlüklerine dönüştü. Hesaplamadığım hâlde dönemin kroniği gibi bir şey oldu.
Edebiyatın tüm sapaklarına sapmış, düz olduğu kadar engebeli yollarında da yürümüş, o dünyayı karış karış gezdikten sonra deneyimlerini ve bilgilerini sindirip bunları edebiyat tutkunu herkesle paylaşmak isteyen, yazar adaylarına içini döken, sıkışıp kaldığı kapitalist delikte nefes almakta zorlanan edebiyat mecrasını zaman zaman oldukça sert bir dille de eleştiren, görmüş geçirmiş bir yazarın kaleminden çıkma “el kitabı” tadında bir eser olmuş YAZARLAREVİ CİNAYETİ sanki. Siz kendi kitabınızı bu açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
El kitabı değerlendirmesi biraz abartı olur. Daha alçakgönüllü bir değerlendirmeyle, edebiyatı ve edebiyat dünyasını tanıyan, konuya ilişkin gözlemleri olan, edebiyat üzerine düşünen birinin düşünceleri diyelim isterseniz. Hem okur hem de yazar olarak, romanın ana kahramanı Yazar’ın düşüncelerini büyük ölçüde paylaştığımı söyleyebilirim.
“Yılların yazarı” Oya Baydar, YAZARLAREVİ CİNAYETİ’yle bunca zaman sonra neden edebiyat üstüne düşünmemizi istemiş olabilir?
YAZARLAREVİ CİNAYETİ’ne çalışırken birçok yazarın yaşlanıp olgunlaştıkları dönemde, edebiyat üzerine düşüncelerini yazdıklarını fark ettim. Edebiyat dünyasını izlerken ve asıl kendi yazma süreciniz boyunca yazı üzerine, edebiyat üzerine sürekli düşünüyorsunuz. Bu düşüncelerinizi ve birikiminizi paylaşmak, tartışmak istiyorsunuz.
İlk romanınızı Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nde okurken ve henüz on yedi yaşınızdayken yazmışsınız. Bu başarınız, kitabınızdaki “Roman yaşanmışlık ister.” cümlesiyle çelişmiyor mu peki? Roman yazmak için gerçekten çok yaşamak mı gerek yoksa çok okumak mı? Yaşamadan, sadece çok okuyarak ve hayaller kurarak iyi bir kurgu tasarlanamaz mı sizce?
On yedi yaşımda yazdığım romanın bir başarı olduğunu söyleyemem. Genç yaşta yazılan, yaşanmışlığa değil, okuma birikimine yaslanan romanlar büyük çoğunlukla heveskâr işi kalıyor. Esinlenme, öykünme ağır basıyor. Benim on yedi yaşımda yazdığım metin, o zamanlar Hürriyet gazetesinde parça parça yayımlanmıştı. Adı galiba UMUT YOLU idi. Gazete; adını KALBİMİN ARADIĞI ERKEK olarak değiştirmiş, sansasyonel olsun diye. Çok utanmıştım. İnanın bana, o metni tümüyle unuttum, bilinçaltında reddediyorum demek ki. Zaten kitap olarak yayımlatmadım da. Daha sonra, sonuncusu 1963’te yayımlanan, iki gençlik romanı yazdım. Onların ikisi de, bir ölçüde yaşanmışlığa dayanıyordu. Artık o yaşta ne kadarsa o kadar…
Roman yaşanmışlık gerektirir. Yaşanmışlık derken büyük maceralardan, olağanüstü olaylardan söz etmiyorum. Özellikle insanı tanımaktan, insanı anlamaktan söz ediyorum. Gözlem yeteneğiniz ve empati duygunuz varsa gündelik yaşamla, sıradan insanlarla, çevrenizle de zenginleşirsiniz. Aksi hâlde hiç de renkli bir yaşamı olmayan Marcel Proust’un iyi yazar sayılmaması gerekirdi ama duygu derinliği, duygu birikimi yaşayarak edinilir. Çok okuyarak, hayaller kurarak da iyi bir kurgu yapılabilir belki ama çoğu zaman bu tür metinler ruhsuz, biraz da özenti kalır.
Hep yaptığınız gibi, bu romanınızda da KÜÇÜK PRENS’e değinmeden geçememişsiniz. Bir söyleşinizde, KÜÇÜK PRENS romanını çok sevdiğinizi, KÜÇÜK PRENS’in bir çocuk kitabı olmaktan ziyade, biz yetişkinler için de çok kıymetli bir eser olduğunu çünkü onun “insanın bütün hâllerini” ortaya koyduğunu belirtmişsiniz. Farklı sosyal sınıflara mensup karakterleri ve çok anlatıcılı tekniğiyle, YAZARLAREVİ CİNAYETİ’nde siz de bunu mu yapmaya, insanın bütün hâllerini ortaya koymaya mı çalıştınız?
İnsanın bütün hâllerini yansıtmak, çok iddialı bir söz. Bunu becerebileceğimi sanmıyorum. YAZARLAREVİ CİNAYETİ’nde edebiyatçının ruh hâlini, yazıyı kendilerine dert edinmiş, yazma tutkusuna sahip insanların psikolojisini vermeye çalıştım. Yani farklı çevre ve kimlikten bazı kişilerin bazı ruh hâllerini, hepsi o kadar.
Romanın ana karakteri olan Yazar’ın, belli bir deneyimden sonra, yazarken istediği noktaya bir türlü ulaşamadığı duygusuna kapılıyor okuyucu. Siz de bu duyguyu hiç yaşadınız mı, Oya Hanım? Yaşadınızsa şayet, yazma krizlerinizi nasıl aştınız?
Edebiyatı ciddiye alan, iyi bir eser yaratmak için çabalayan bütün yazarlar istedikleri edebî düzeye erişemediklerini düşünürler mi, bilmiyorum ama ben bitirip son noktayı koyduğumda hep bu duyguya kapılırım. Daha derin, daha iyi olabileceği duygusu… Bu duyguyu yitirip bir başyapıt ortaya koyduğunuzu düşündüğünüz anda ne kendinizi aşabilirsiniz ne de daha iyi bir edebiyata varabilirsiniz bence. Yazma krizi, kurguyu tam oturtamadığımı hissettiğim zaman benim başıma gelir. Aşabilmek için bir süre bırakır, yeni baştan kurmaya çalışırım.
YAZARLAREVİ CİNAYETİ’ndeki ünlü ve deneyimli Yazar; edebiyat aşkına kapılmış, yazar olma hevesiyle yanıp tutuşan gençlere sık sık şunu söylüyor: “İyi yazarlar, kitap yayımlayayım, yazar olarak tanınayım, şanım yürüsün diye yırtınanlardan değil; yazdıklarının yayımlanmayacağını bilseler de yazmak için doğmuş, yazının büyüsüne kapılmış, yazma tutkusunu içinde barındıranlar arasından çıkar.” Sizin bu konudaki düşüncenizi merak ediyorum. Yazdıklarınızın yayımlanmayacağını bilseydiniz, yazmaya devam eder miydiniz?
Benim için, okumak gibi yazmak da bir yaşam biçimi. Kendimi yalnız, kötü, hayat karşısında çaresiz hissettiğimde sığındığım bir liman. Bu yüzden, yayımlanmayacak da olsa, yazmayı sürdürürdüm. İlk gençlik romanlarımdan neredeyse otuz yıl sonra edebiyata döndüğümde, ELVEDA ALYOŞA’daki hikâyeleri yayımlansın diye yazmamıştım. Sosyalist sistem çökmüş, Berlin Duvarı yıkılmış, beni ben yapan, kimliğimi oluşturan değerler ayaklar altında çiğnenmiş, dünya başıma yıkılmıştı. “Yazmasam delirecektim.” ruh hâlini aşabilmek için yazdım o metinleri. 12 Eylül sonrasında siyasi mülteci olarak yaşadığım Almanya’da, Frankfurt Kitap Fuarı’nda Can Yayınları’nın kurucusu Erdal Öz’e rastlamasaydım, o metinleri alıp bana haber bile vermeden basmasaydı, yazdıklarım okurla buluşmayacaktı. Okumak ve yazmak bir iptiladır, kurtulamazsınız.
Edebiyat dünyasını esir alan ve “vasatı körükleyen” kapitalist yaklaşımı, romanın birçok yerinde eleştirmişsiniz. Kitabı okurken, bu konuyla ilgili o kadar çok satırın altını çizmişim ki… Şöyle bir paragraf vardı, örneğin: “Dâhi yazar olsak bile artık Gorki’lerin, Jack London’ların çağında değiliz. Yazar’ın hep vurguladığı gibi edebiyat kapitalist pazara emanet. Arkan olmadıkça, medyatik takılmadıkça, keşfedilip allanıp pullanmadıkça o pazarda yer bulamıyorsun.” Örneğin, içine kapanık Kafka bugün yaşasaydı ve sosyal medya hesabı olmasaydı, keşfedilip “tüm dünyanın Kafka’sı” olması biraz zor muydu sizce?
Belki de, evet… Günümüzde sadece bizde değil, bütün dünyada bilinmeyen, tanınmayan, yayımlansa bile yerel kalan, sınırları aşamayan Kafka’lar olduğunu düşünüyorum. Geçmişte de gölgede kalmış yazarlar vardı, bazıları ölümlerinden sonra keşfedilmişlerdir. Sadece deha, hiçbir zaman yetmemiştir iyi yazarın parlaması için. Şans, çevre, destek her zaman önemli olmuştur ama kapitalist pazar kurallarının ve medya etkisinin edebiyata da egemen olduğu günümüzde, işler daha da zorlaştı.
Sıradaki sorum da, romanda gene birkaç kez denk geldiğim “çoksatar yazar” olmakla ilgili: Eserleri çok satan bir yazar olup da, sizin deyişinizle, “dokunulmazlık zırhını kuşanmamak” için ne yapmalı acaba?
Çoksatarlık konusunda yanlış anlaşılmak istemem. Bizde de, dünya edebiyatında da çoksatar büyük yazarlar, edebiyatçılar var. Ölümsüz klasikler de her dönem çok okunuyor, çok satıyor. Ben; kof, vasat, sabun köpüğü metinlerin medyanın ve pazarın gücüyle moda hâline getirilmesinden söz ediyorum. Okur, kolay okunan bu metinlere alıştırılıyor ve onları kolay kolay aşamıyor. Öte yandan, geniş okur kitlesine sahip ünlü, iyi bir yazarın bütün yazdıkları aynı düzeyde, aynı edebî değerde olmayabilir. Sadece okurlar değil, eleştirmenler de bu konuda yorum yapmaktan çekinirler. Hatta kendilerini beğenmeye mecbur hissederler. Okurda, “Herhâlde ben anlayamadım.” duygusu doğar. Hepimizin başına gelmiştir. “Dokunulmazlık zırhı”nı kuşanmamak için ne yapmalı, diye soruyorsunuz. Bu, yazarın elinde olan bir şey değil; zırhı ona edebiyat çevreleri, edebiyat pazarı ve okurlar giydirir. Yani iyi yazmaya çalışmaktan başka yapılacak bir şey yok.
Oya Hanım, bu romanınızı okurken, yıllardır düşündüğüm bir noktaya rastlamak ve tecrübeli bir kalem vesilesiyle yalnız olmadığımı hissetmek bana öyle iyi geldi ki: Edebiyat dünyamızda markalaşmış ve böylelikle “dokunulmazlık kazanmış” yazarlarımızın genel olarak eleştirilememesi, daha doğrusu, sıradan okuyucuların da, eleştirmenlerin de “Kral çıplak!” diye haykırma cesaretini kendilerinde bulamamaları… Sahi, biz neden bunu yapamıyoruz? Kalabalıklar içinde sesimizin bastırılacağından mı ürküyoruz yoksa anlama kapasitesinden yoksun olduğumuzu sanırlar diye mi endişe duyuyoruz? Sizin tespitiniz nedir?
Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, -siz de söylüyorsunuz ya- okur, anlama kapasitesinden yoksun olduğunu, tanıtımlarda göklere çıkarılmış bir kitabın yetersiz olduğunu söylemenin kendisini kötü duruma düşüreceğini sanır. Eleştirmenler de otoriteleri karşılarına almaktan, kendileri hakkında tezvirat yapılmasından, çevrenin dışına atılmaktan çekinirler. Bu konuda pek değinilmeyen bir başka çekince; ideolojik çevrelerin yönlendirmesi, hatta baskılarıdır. Yazarın siyasi kimliği kadar, metnin ideolojik göndermeleri de sakıncalı sayılabilir. Orhan Pamuk’un, Elif Şafak’ın, benim, geçmişte Aziz Nesin’den Yaşar Kemal’e pek çok yazarın başına gelmiştir ideolojik tepki. Bu noktada edebiyat eleştirisi değil, ideolojik bakış girer işin içine.
1991’de ELVEDA ALYOŞA’yla Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandınız ancak bildiğim kadarıyla, rahmetli Erdal Öz sizin haberiniz olmadan kitabınızı bu yarışmaya sokmuştu. Daha sonra herhangi bir yarışmaya bizzat kendiniz başvurdunuz mu peki? Bu yarışmalarla ilgili genel düşüncenizi öğrenebilir miyiz? Romandaki deneyimli Yazar’ın, genç yazar adayına verdiği “Yazar mı olmak istiyorsun, ödül toplayıcısı mı?” tepkisiyle ilgili yorumunuz nedir?
Şimdilerde edebiyat ödülleri, yarışmalar çoğaldı. Tarafsız, saygın, herhangi bir büyük yayınevi veya medya kuruluşundan bağımsız jürilerin yer aldığı ödüllerin önemli olduğunu düşünüyorum. En azından yazarı motive eder. Benim bildiğim kadarıyla, yarışmalara yazarın kendisi başvurmuyor, yayınevi başvuruyor ama tabii isteyip istemediğini yazara soruyor. Ben bazılarını kabul ettim, ayıptır söylemesi, galiba çoğunu kazandım. Yarışmaların, ödüllerin yaşını başını almış, tanınmış yazarlardan çok, genç yazarlara açık olması daha doğru gibi geliyor bana. Romandaki Yazar karakterinin sözü, biraz da onun genç yazar adaylarını için için kıskandığının belirtisi.
Yazmaya çalışan biri olarak benim, bu romandan heybeme attığım iki tavsiye var: Hangi türde yazarsa yazsın, bir yazar şairanelikten ve “belgesele teğet geçen” didaktiklik tuzağından itinayla kaçınmalı. Şairanelik ve didaktiklik, iyi edebiyata neden bu kadar düşmandır?
Nedenini bilmiyorum ama didaktikliğin de, vıcık vıcık şairaneliğin de özellikle romana düşman olduğu kesin. Mesela benim, zaman zaman didaktikliğin sınırından geçtiğim, belki de geçemediğim oluyor. Bu konuda editörümün acımasız olmasını, uyarmasını isterim. Şairaneliğe gelince; edebî metin, hele de roman, dil zorlaması kaldırmaz.
Bu son romanınızda, inceden inceye yaratıcı yazarlık okullarını da eleştiriyorsunuz sanki. “Yaşar Kemal yazarlık kursuna mı gitmiş, Dostoyevski edebiyat atölyesi mi görmüş hayatında!” derken, yazmanın öğrenilemeyen, sadece ve sadece insanın fıtratında olan bir yetenek olduğunu buradan çıkarabilir miyiz?
Müzik gibi, resim gibi, yazmak da bir yetenektir ama tek başına iyi yazar olmaya yetmez tabii. Yol gösterilmesi, yazılan metnin eleştirilmesi, geliştirilmesine yardımcı olmak gerekir ancak yazma tutkusu, yazma yeteneği yoksa sadece yazarlık dersleriyle de olmaz. Yazarlık atölyelerini eleştirmiyorum, önemsiz saymıyorum ama içinizde yoksa, yazarlık atölyeleri, yazarlık okulları belli kalıplar verir, iyi örnekler sunarak edebî zevkinizi geliştirir ama yazarlık kumaşından olmayan hevesliden YAZAR yaratamaz.
En gurur duyduğunuz kitabınızın, ülke olarak barışı neden ıskaladığımızı sorgulayan SURÖNÜ DİYALOGLARI olduğunu okumuştum. Peki, YAZARLAREVİ CİNAYETİ romanınızda “Peşinde olduğum, aradığım buydu. Yazarlık hayatım boyunca tek bir metin yazsam bunu yazmak isterdim.” diyen Yazar gibi, sizin de tek bir metin yazma şansınız olsaydı eğer, SURÖNÜ DİYALOGLARI mı olurdu bu? Niçin?
SURÖNÜ DİYALOGLARI’nın yeri başka. O kitap, tanığı ve parçası olduğum bir trajedinin ortasında attığım bir çığlıktır. Üslubu, duygusu da öyledir. “Tek bir şey yazsam bunu yazardım,” diyebileceğim bir metnim yok. Mükemmeli, şaheseri yakalayabilmiş değilim. HİÇBİRYER’E DÖNÜŞ ve YETİM KALACAK KÜÇÜK ŞEYLER’in, edebî anlamda en iyileri olduğunu düşünüyorum.
SUÇ VE CEZA’nın her sayfasında katman katman kendini ortaya koyan o dillere destan karakter Raskolnikov gibi, YAZARLAREVİ CİNAYETİ’ndeki karakterler de kendilerini yavaş yavaş açığa vuruyor ve çok anlatıcılı tekniği sayesinde okurun, karakterlerle empati kurması ve “gerçeğin, bakan göze göre değişebileceğini” anlaması kolaylaşıyor. Romanınızda ilmik ilmik işlediğiniz, “ötekileşmiş” ya da “ötekileştirilmiş” de diyebileceğimiz birçok karakter var aslında: Doğu’da öğretmenlik yaparken merhameti yüzünden başına gelmedik kalmayan Engin, Kürt Sadu, “zindana taş atan çocuk olarak girip delikanlı olduğunda oradan çıkan” Aliço, çekirdek ailesini dağlara kurban verdikten sonra sahipsiz Aliço’ya analık yapan ve Doğu’nun sözlü kültürünü Batı’ya taşıyan Bewran, Dersim İsyanı’ndan etkilenen aileler, dilenen sokak çocukları, bir zamanların zengin Arap turistlerinin yerini alan Suriyeli mülteciler vs. Bu kertede, temmuz sayımızın ana teması olan “öteki” kavramından da yola çıkarak size şunu sormak istiyorum: Bağrında bu kadar “öteki”yi barındıran bir toplumda esas zor olan, “beriki” mi olmaktır aslında?
“Öteki”yi içinde duyarak, “öteki”yle bütünleşerek “beriki” olmak gerçekten zordur. Benim bütün romanlarımın ana teması da budur zaten: “Öteki”ne bakmak, onu anlamak, kendimizle hesaplaşıp ötekileştirmeyi aşmak. Özellikle KAYIP SÖZ ve O MUHTEŞEM HAYATINIZ romanları ve tabii SURÖNÜ DİYALOGLARI, bu tema etrafında şekillenir.
Oya Hanım, romanda gene Yazar karakteri üzerinden sosyalizm eleştirisi de yapmışsınız: “Büyük ütopyaya varmak için başvurulan yöntemlerin sosyalizmin özüyle çatıştığını, insanın özgürleşmesi hedeflenirken özgürlüklerin kısıtlandığını, çöküşün nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Bir de daha temel bir soruya cevap arıyorum. Yeryüzü cenneti yaratmaya insan hazır mıydı, sorusu.” diye yazmanız, bu cümlelerin sizin kaleminizden çıkmış olması okuyucularınız için ayrıca önemli çünkü “sosyalizm” kelimesini Paris’te gencecik bir kızken ilk kez duyan, merhum eşi Aydın Engin’le beraber ömrünün on iki senesini yaşadığı Almanya’da Berlin Duvarı’nın yıkılışını gören, Moskova’da sosyalizmin aslında birçok meseleyi çözemediğine acıyla tanıklık eden Oya Baydar’dan, yıllar boyu inandığı değerlerin yıkıldığını acıyla da olsa kabullenmesi anlamına mı geliyor bu?
Altını kalın çizerek söyleyeyim: Sosyalizm eleştirisi yapmıyorum. Sosyalizm / komünizm, insanlığın en güzel ütopyasıdır. Benim eleştirim; insanın her anlamda özgürleşmesini, kendini aşmasını hedefleyen; insanın insana kul olmadığı, barışçı, paylaşımcı bir dünya kurulmasını amaçlayan sosyalizmin özünü reddeden uygulamalardır. Bunca yıllık pratiğimden çıkardığım ders; iyi amaca, insanı tahrip eden kötü silahlarla / yöntemlerle varılamayacağıdır. İyi amaç, kötü aracı / yöntemi mubah kılmaz. Özgürlükleri yok ederek özgürlüğe varamazsınız; birey insanı reddederek insanı yüceltemezsiniz. Yeryüzü cenneti yaratmaya insan hazır değil ama sosyalist ütopya, özüne sadık kalınarak hayata geçirilebilseydi yeni insana doğru yol alınabilirdi. Yapamadık. Bu defa yenildik ama tarih henüz sona ermedi.
Edebiyatımızın ilk ekolojik distopyası sayılan KÖPEKLİ ÇOCUKLAR GECESİ isimli romanınızda dikkat çeken doğa tahribatı ve iklim krizi temalarına bu romanınızda da dokunmuşsunuz. Küresel ısınma felaketini yenmek için umut beslemek, biraz fazla iyimser olmak anlamına gelmiyor mu? Siz, doğa tutkunu bir insan olarak, iyimser misiniz bu konuda?
İyimser değilim. Bu gidişle küresel felaketin önüne geçilebileceğini sanmıyorum. Yine de elimizden geleni yapmamız, doğayı korumak için her alanda mücadele etmemiz gerekiyor. En azından “Hayatın anlamı nedir?” sorusuna cevap verebilmek için.
Son sorum da umuttan yana olacak. Umut olgusuna, yazdığı her kitapta yer vermeye çalışan bir yazarsınız. Özellikle de ELVEDA ALYOŞA kitabınızdaki ÇANTAN NEDEN AĞIR POSTACI isimli öykünüzde geçen o son cümleyi çok severim ben: “Dur! Orada dostlarım, orada umutlarım, orada ölülerim ve belki de -kimbilir- orada, çantanın bir köşesinde adı Umut olan bir çocuğun doğum ilanı var.” Şiddetin, çaresizliğin, cinnetin, ekonomik sorunların, nefretin ve intiharların bu derece ivme kazandığı bir toplumdan umutlu musunuz hâlâ? “Lüferin bol, kedilerin tombul olduğu zamanları” bir gün yine görür müyüz dersiniz?
Yitirilen hiçbir şey geri gelmeyecek ama Pandora’nın kutusunun içinde umut çırpınıp duruyor. Yaşımın da ağırlaştırdığı kötümserliğime rağmen umudu korumaya çalışıyorum. Umut bitince her şey, gelecek de biter.
İçtenlikle verdiğiniz tüm yanıtlar için tekrar teşekkürler, Oya Hanım…
(Bu röportaj yazısı; çevrim içi aylık kültür, sanat ve edebiyat dergisi “Mikroscope”un 14. sayısında da yayınlanmıştır.)
1974, Ankara doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldum. Yüksek lisansımı Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptım. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldım. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldım. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladım. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğum Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevimi sürdürmekteyim. Aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüyüm.
Kendimle ilgili, öz geçmişimde yer alan nesnel bilgiler bunlar. “Ben kimim?” sorusuna vereceğim öznel cevaplarım ne derece doğru olur, taşıdığım etiketlerin kaçını burada bir çırpıda sıralayabilirim, bilmiyorum. Dolayısıyla sadece şunu ekleyip konuyu kapatmayı yeğliyorum: Okumayı, yazmayı, araştırmayı, öğrenmeyi, sorgulamayı, seyahat etmeyi seviyorum ve bazı insanlara rağmen hâlâ “insan” kalmaya çabalıyorum.