Buz küplerine yatırdığım vişnelere dalıp gidiyor gözlerim.
Sıcak, beynimi yaktı. Evde açık olmayan tek bir pencere yok ama esintinin zerresi de yok. Hiçbir yaz bu kadar kavurmamıştı beni. Hiçbir yaz bu kadar tüketmemişti enerjimi. Kısacık saçım bile fazlalık gibi başımda. Şakaklarımdan, ensemden, sırtımdan şelaleler akıyor.
Televizyon içeriden haykırıyor: “Ormanda nöbet tutan köylüler ve çevreciler, maden için yapılan katliama karşı günlerdir direniyor.”
Serin, sulu, iri, rengi siyaha çalan, buğulu, tatlı-ekşi tatlarında kendimi kaybetmem için sessizce bağıran, alımlı, davetkâr, karşı konulmaz vişneler bana bakıyor. Ben vişnelere bakıyorum. Uzun uzun bakışıyoruz. Bir tanesini bile atamıyorum ağzıma. Bu kavurucu sıcakta, soğuk vişneleri yediğimde alacağım hazdan utandığım için elimi bile süremiyorum hiçbirine. İnsan olmaktan utanıyorum. Acziyetimden utanıyorum. Bütün bu olan bitene tanıklık etmekten utanıyorum. Utanıyorum. Utanıyorum. Çok utanıyorum. Tabaktaki vişneler, neden sonra Anton Çehov’un bahçesini getiriyor aklıma. “İnsanlık bir arpa boyu yol bile katetmez mi?” diye soruyorum kendime. Cevabı arıyorum. Bulamadıkça daha çok utanıyorum.
Çehov’un son oyunu Vişne Bahçesi; uzmanlar tarafından en önemlisi, en büyüğü olarak kabul edilir. Sadece kırk dört yıl süren hayatı boyunca Çehov, Rus toplumundaki büyük dönüşüme şahit olmuş ve ülkesini mükemmel şekilde gözlemleyerek yaşadığı dönemi kâğıda yansıtmayı başarmıştır. Çoğunlukla toprak kölelerinden ibaret olan Rus halkının özgürleşmeye başladığı, aristokrasi çökerken orta sınıfın yükselişe geçtiği 19. yüzyıl; yeni, yepyeni bir düzenin de sesidir aslında. 1904’te hayata gözlerini yuman Çehov, Rus Devrimi’ni görememiş olsa da yakın gelecekte olacakların ayak seslerini derinden hissetmiştir.
Oyuna adını veren vişne bahçesinin sahibi, servetini har vurup harman savuran, çalışanlarının ücretlerini bile ödeyememesine rağmen eski şaşaalı yaşamına devam etmeye çalışan, üretmeyi bilmeyen, tükettikçe tüketen, kırklı yaşlarının ortasında, aristokrat bir ailenin son üyelerinden “Lyubov Andreyevna Ranevskaya” isimli kadın; elinde avucunda kalan son mal varlığı olan vişne bahçesi ile çevrili çiftliğini kurtarmak için, yıllardır yaşadığı Paris’ten ülkesi Rusya’ya döner. Kapıları dış dünyaya kapalı aile, dönemin Rusya’sında varlığını sürdüren aristokrat ailelerin hazin bir örneği; ülkede değişmekte olan sosyal, politik ve ekonomik düzenin gerçekleriyle bir türlü yüzleşemeyen, eski günlerin görkemine özlem duyarak yaşayan aristokrasinin düşündürücü bir portresidir aslında.
Oyunun gidişatını etkileyen karakter ise, fakir bir köylünün oğlu olan Yermolay Alekseyeviç Lopahin’dir. Lopahin, dillere destan vişne bahçesiyle çevrili bu çiftlikte bir zamanlar çalışmış, hırsının ve ticari zekâsının yardımıyla, tek hayali olan köşe dönmeyi sonunda başarmış bir adamdır. Lyubov Andreyevna Ranevskaya ile ağabeyi Leonid Andreyeviç Gayev, evi kurtarmak için çözüm ararlarken çıkış yolunu gösterir Lopahin: Vişne ağaçları kesilirse arsaya yazlık evler inşa edilebilecek, evlerden gelecek kira da dara düşmüş aileyi maddi anlamda oldukça rahatlatacaktır. Ağabey ile kız kardeş, bu kıyıma razı gelmez ama çiftliği de ellerinde tutamaz.
Oyunun sonunda, çiftlik evi ile vişne bahçesi satışa çıkarılır. Lopahin bu fırsatı kaçırmaz tabii ve çiftliğin yeni sahibi olur. Geçmişte toprağın kölesi olan adam, artık onun efendisi ve Rusya’daki yeni düzenin de temsilcisidir. Çiftlikle bütünleşmiş, yıllanmış ama güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan vişne ağaçlarını gözünü bile kırpmadan, çatır çatır keserken servetine servet katacak olan; kim bilir, belki de ancak bu şekilde, kendini bildi bileli hasretini çektiği saygınlığı elde edeceğini sanan Lopahin…
Elim, buzların arasından gözlerini kırpan vişnelere gitmiyor.
Sıcak, nefes aldırmıyor.
Televizyon, haykırmaya devam ediyor: “Ormandaki gerilim sürüyor. Ağaçların yaşam hakkını savunanlar, birer birer gözaltına alınıyor.”
23 Ağustos 2023 Çarşamba
(Bu blog yazısı; çevrim içi aylık kültür, sanat ve edebiyat dergisi “Mikroscope”un 26. sayısında da yayımlanmıştır.)
1974, Ankara doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldum. Yüksek lisansımı Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptım. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldım. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldım. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladım. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğum Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevimi sürdürmekteyim. Aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüyüm.
Kendimle ilgili, öz geçmişimde yer alan nesnel bilgiler bunlar. “Ben kimim?” sorusuna vereceğim öznel cevaplarım ne derece doğru olur, taşıdığım etiketlerin kaçını burada bir çırpıda sıralayabilirim, bilmiyorum. Dolayısıyla sadece şunu ekleyip konuyu kapatmayı yeğliyorum: Okumayı, yazmayı, araştırmayı, öğrenmeyi, sorgulamayı, seyahat etmeyi seviyorum ve bazı insanlara rağmen hâlâ “insan” kalmaya çabalıyorum.
14 Yorum
Su anda okudugum bir kitap var daha 1/4 unu okudum insanlarin zenginlikten sefalete dusus hikayesi oda hayatin baska bir pencersinde yasanan yasamak Yu Hua nin. Okudukca insanlar hic mi yasanmisliklardan ders almaz diyorum. Sizin yazdiklarinizda oyle Cigdem hanim. Ormanlari yok etmek sonra seller, sicak vs. Diyerek dogal afetlerin arkasina siginmak inanilmasi zor seyler. Sonra neden oluyor yada neden sorusunu sormadan en kolaya siginmak kader vs. Demek zorlaniyorum anlamakta. Oysa agaclarin oldugu yerde hava minimum 5 derece daha dusuk oluyor. Kaleminize yureginize saglik. Ama bir de anlayabilecek insanlarin sayisini arttirmayi basarabilsek.
Ama insanlik bunu yapmazsa bir gun dunya tekrar silkelenerek uyanacak ve fabrika ayarlarina geri donecek. Umarim yasananlari yasamak zorunda kalmadan daha bilincli olma yolunda adimlar atmayi basaririz.
Çiğdem, düşüncene, kalemine sağlık. İnsanlığın, daha fazla doğaya, canlılara ve dünyaya minnet duyduğu güzel günler dileğiyle…
Vişne bahçesi oyununu izlemedim.Yazdıklarınızdan yola çıkarak insanoğlunun hırs ve ihtiraslarının, doğa tanımazlığının 100 yıldır değişmediğini üzülerek gördüm.Şehirlerimizde yeşil kalmadı.Yaşadığım şehirde aileden kalan meyve bahçeleri sitelere, rezidanslara dönüştü, dönüşüyor. Her geçen gün şehrin silüeti yeşilden,soğuk gri beton rengine dönüşüyor.Rant ve beton kanser gibi yeşili yavaş yavaş öldürüyor.
Benim çocukluğumda vişneyi ağacından toplar yerdik.Benim çocuklarım ağaçta yetiştiğini biliyor manavdan alıp yiyor.Belki bir kaç jenerasyon sonrası vişne aroması verimiş yapay yiyeceler ile kutunun arkasında vişne ağacının resmini görecekler.
Güzel bir yazı olmuş zevkle okudum kutlarım
Yüreğine ve kalemine sağlık…
İnsan bazen soğuk visneden, bazen sıcak yatağından, bazen klimalı odasından utanıyor, sıkılıyor.
İnsanlığımizi, vicdanimizi kaybetmeyecegimiz, ekmek yediğimiz kaba tukurmedigimiz nice yarinlar
Sanki yıllar öncesinin DUVAR la hapsedilmiş D.Almanyasındayım…Menfaatler için ağaçlar kesiliyor…yakılıyor…Gençliğimizde Fidan Dikme Etkinlikleri yapılırdı….Okuldan olsun…Derneklerden olsun koşar giderdik….Şimdilerde otel temel atma törenlerine hüzünle bakıyoruz yok edilen ormanların yerinde….Çok önemli bir hatırlatma olmuş yazınız efendim…..Aczin ve üzüntünün uzaktan seyredilen tiyatrosunun acı sonu na harika bir dikkat çekmiş oldunuz…Sağolun….Kaleminize sağlık….
Gelişme ve modernleşmeyi betonlaşma olarak algılayan toplumlar, eninde sonunda 1 dilim ekmeğe muhtaç hale geleceklerdir. Bizim yaşadığımızda bu değil mi? 50 yıldır aynı şeyleri konuşuyorsak, değişmeyi bırak, geriye gidiyoruz demektir. Bence insanlık olarak gelişmeye niyetimiz yok, daha çok barbarlaşmaya niyetimiz var. Ayrık otu olmak yalnızlık anlamına geliyor, ama şikayetçi değilim.
Yazınız çok dokunaklı ve güzel.
Maalesef insan evrilemiyor ve hep aynı şeyleri tekrar tekrar yaşıyoruz. Bizlerin içimiz yanıp bir vişne bile yiyemezken onlar kesilen ağaçların gölgesinde serinleyebileceklerini sanıyorlar.
Yorum ve konu o kadar isabetli, o kadar gerçek ki! Tüm yaşadığımız, tüm özelliğimiz, güzelliğimiz gün geçtikçe bitiyor. Doğayı denge olarak ne kadar korursak, önce kendimize, devamında bizlerden sonra gelen nesiller, daha sonra ki nesillere miras bırakırız. Ama biz yıpranmış, bozulmuş kötü bir dünyayı miras bırakacağız. Sonumuz hayrola!!!
Vişne bahçesini tiyatroda izlemiştim.
Şimdi ile eş zamanlı düşünülüp hikayeye aktarımı çok anlamlı.
Elinize kaleminize sağlık.
Zevkle okudum.
19. Yüzyıl da yaşananlarla şimdi ki zaman arasında bir far göremiyorum. Okuduğum hikaye ve romanlarda olsun, Henüz gerçek adalete rastlamadım. Geçmiş te bu günümüzde neyse gelecekte de aynısı yaşanacağına eminim dilerim yanılıyorumdur. Zira insanlar doyumsuz aç gözlü. Kaleminize, yüreğinize sağlık ,Kutluyorum kaleminizi.
Kalemine sağlık.. Şimdi de kömür uğruna nice ağaçları otoritenin koruması altında orada yaşayan yaşamayan ancak ülkesini ve doğayı seven binlerce insana rağmen acı acımadan kesmeye devam ediyorlar. Yani aç gözlülük (aslında geleceği çalma) olanca hızıyla maalesef devam ediyor..
Çehov’un iki oyununda (Proposal ve Vanya Dayı) sahne almış biri olarak keyifle okudum. Belki de buradan Oblomov’un (by Ivan Goncharov) çiftiğine gitmelisin.
Evet, maalesef gözleri doymayan, cepleri dolmayanlarla birarada yaşamak önceden olduğu gibi bugün de çok zor.
Adaletin olmadığı zamanlar da kişiler işlerine geldiği gibi yollarına devam ediyor olmasının sonuçları.
Temenni ederim yeni nesiller çok daha adaletli olurlar aynı hataları yapmazlar.
Çok güzel bir konuya değinmişsiniz sevgili Kübra Çiğdem İnal.
Emeğinize yüreğinize sağlık.
Kaleminiz yorulmasın.
Paylaşım için teşekkürler.