Arama Sonucu:

“Paris’te eşiniz dostunuz, arkadaşlarınız olsa bile yalnızsınız! Bu şehir, insanı onunla birlikte yaşamaya mecbur eden bir fahişe gibidir. Size kesinlikle sadık değildir, her an kollarını bir başkasına açar ve sizi hiç ama hiç umursamaz. Kararan ve grileşen havası ile sizi bunalımlara iter. Ancak, tam kaçmaya kalkacağınız zaman öyle bir sergi, öyle bir eğlence ya da etkinlikle çıkar ki karşınıza, yine oturup kalırsınız.” *

İşte yine Paris’teyim, hem de yılın en sevdiğim mevsiminde, sonbaharda. Şemsiyeme düşen damlaların ritmine, sarıdan kahverengiye uzanan yaprakların hışırtısı eşlik ediyor. Yaz sıcaklarında bıraktığım İstanbul’la bu şehir arasına sadece kilometreler değil, mevsimler de girmiş sanki. Islak toprağın kokusuna, kaldırımlardaki masalardan yükselen kahvenin kokusu karışıyor. Kafeler, sokaklar, vitrinler, kitapçılar… Jussieu metro durağında inip Panthéon’a doğru yürürken, daha önce Paris’e kaç defa geldiğimi anımsamaya çalışıyorum…

Paris’e ilk kez dokuz yaşımdayken gelmiştim. Sömestir tatiliydi. Annem, babam, kardeşim ile, Zürih’te yaşayan Ümran teyzem ve Claude eniştemde birkaç gün kaldıktan sonra, yataklı trenle geçmiştik Paris’e. O ilk ziyaretimin gönlümdeki yeri başkadır çünkü bende bıraktığı duygu çok güzel, çok özeldir. Aklımda saatlerce yürüdüğümüz kalmış. Bir müzeden diğerine koşturan ebeveynlerinin peşinde iki çocuk… İki çok yorgun çocuk… Resim, heykel ve saray görmekten yılmış iki çocuk… Galeries Lafayette’te kırtasiye alışverişi yapmak ve bol bol çikolata yemek dışında, gözleri hiçbir şey görmeyen iki çocuk… Gezdiğimiz yerler ilgimizi çeksin ve daha az sıkılalım diye ne çok şey anlatmıştı bizimkiler… Özellikle de Marie Antoinette’in idam edilme şekli etkilemişti beni. Ekmek bulamayan insanlara pasta yemelerini tavsiye etmek, kötü bir fikirdi demek… Ya da aç insanların çok olduğu bir ülkede, Versailles gibi debdebeli bir evde yaşamaktı yanlış olan… Veya böyle bir ortamda, pasta yiyebilme cüretiydi her şeye sebep… Hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şeyden emin olamıyordum çünkü sadece dokuz yaşımdaydım. Türkiye’ye döndükten sonra uzun bir süre pastalar bana baktı, ben de pastalara. Bunu çok iyi hatırlıyorum şimdi.

Yıllar sonra, oğlumun babasıyla geldim Paris’e. Şehir yine buz gibiydi. Bir aylık hamileydim ve sevinçten kıpır kıpırdı yüreğim. Monmartre’da, kırmızı pötikareli bir masa örtüsünün üzerinde içtiğimiz soğan çorbası ve o çorbaya eşlik eden piyano ile arada “Padam! Padam!” diye şarkı söyleyen orta yaşlı, tombul kadının güzel sesi kalmış hafızamda. Bugün besteyi nerede duysam o mütevazı, lezzetli öğle yemeği gelir gözlerimin önüne.

Üç ay sonra, bu kez annem ve babamla ziyaret ettim Paris’i. Karnım biraz daha belirgindi artık ama gayet iyi hissediyordum kendimi. Annemle babam, evliliklerinin otuzuncu yılını doldurmuştu o sene ve Eiffel’in ikinci katındaki lokantada birer kadeh şarapla bunu kutlamak istiyorlardı, yıllarca bu özel ânın hayalini kurmuşlardı. O Paris seyahatinde annemle babamın rüyasını güle eğlene gerçekleştirdik ama bunun son tatilimiz olduğunu ve bir daha Paris’te çekilen hiçbir fotoğrafta üçümüzün bir arada yer almayacağını bilmiyorduk tabii, iyi ki bilmiyorduk. Bilmemek de, bilmek gibi tıpkı, mucize gibi bir şeydir bazen.

Oğlum doğup büyüdükten sonra onunla birlikte de geldik Paris’e, hem de iki kez. Her gelişimizde gezilecek yerler listemizden birkaçının daha üstünü çizdik. İngiliz yazar Samuel Johnson’ın 18. yüzyılda dile getirdiği “Londra’dan bıkan, hayattan bıkmış demektir” sözünü, 21. yüzyılın Paris’ine atfederim ben çünkü nefes aldığınız müddetçe Paris’te gezilecek, görülecek bir yer hep vardır, çünkü Paris’te insanı heyecanlandıracak bir mekân hep bulunur, çünkü Paris hiç bitmez. Üstüne zarafet giydirilmiş yaşama sevincinin şehridir Paris; sanattır, şaraptır, peynirdir, parfümdür, baget ekmektir, kafedir, edebiyattır, sinemadır, köprüdür, kruvasandır, estetik değerdir, Seine Nehri kıyısındaki duvar kitapçısıdır. “Flanör” olmak için idealdir Paris; amaçsızca dolaşırken etrafını dikkatle gözlemleyen gezginin şehridir. Yalnızlıktır. “La solitude est la rançon de la lucidite,”** (Yalnızlık, farkındalığın bedelidir) gibi, hayata dair muhteşem saptamalar yapan, muhteşem sokak sanatçılarının yuvasıdır. Victor Hugo gibi, Balzac gibi lezzetli romanlar ortaya çıkaran yazarları; Henri de Toulouse-Lautrec gibi, eserleri Paris’le özdeşleşen ressamları; Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi unutulmaz düşünürleri havasıyla, suyuyla, enerjisiyle besleyen mucizevi kenttir. Ayaklanmalar kolayca bastırılsın, heykel ve anıtlara da yer açılsın diye tasarlanan geniş caddeleriyle hafızalara kazınır, eski bir film karesini andıran sokak lambalarıyla sevdirir kendini. Estetik değerleriyle ters düştüğü için balkonlarında çamaşır kurutmayı sevmeyenlerin evidir Paris çünkü estetik, hayatın olmazsa olmazıdır Parisliler için; başka kaç değer, özünde barbar olan insanoğlunu yontabilir ki zaten?

Artık genç bir adam olan oğlumla, üçüncü kez geldiğimiz Paris’in sokaklarında yürürken bunlar geçiyor aklımdan… Bu şehir, bütün rollerin altından tek başına kalkan usta bir oyuncu gibi, her gelişimde bir kez daha hayran bırakıyor beni kendisine. Panthéon’un kubbesi ve ön cephesindeki Korint tarzı sütunları görünmeye başladı işte! Az sonra Voltaire, Jean-Jacques Rousseau , Victor Hugo, Emile Zola gibi Fransız büyüklerini ebedi istirahatgâhlarında ziyaret edeceğimiz için heyecanlıyız. Hem Paris, biraz da vefa demek değil midir zaten? Paris’i Paris yapanları, kendisine iyiliği dokunanları unuttuğu görülmüş müdür bu şehrin?

* “Benim Paris’im” / Cüneyt Ayral / Oğlak Yayınları / Anı – Anlatı / 1. Baskı – 2015 / 157 Sayfa

** “Fransız Usulü İyi Yaşama Sanatı” / Cathy Yandell / İngilizceden Çeviren: Özlem Özlen Şimşek / Say Yayınları / Araştırma – İnceleme / 1. Baskı – 2025 / 232 Sayfa

(Bu blog yazısı, Cumba Fanzin’in 56. sayısında yayımlanmıştır.)

4 Yorum

  1. Emel Bilgin

    Bir şehir ancak bu kadar hisli,bu kadar şiirsel,bu kadar duygu yüklü ve bu kadar canlı anlatılabilirdi senin kaleminden.Adeta seninle büyümüş olgunlaşmış.Önce bir çocuğun gözünden,sonra bir genç kızın,sonra bir genç kadının ve bir delikanlının annesinin gözünden.Hem yaramıza tuz basıp yetimliğimizi hatırlattın birçoğumuza kendi yetimliğinden söz edip,hem birkaç cümlede yine kültür sanat,tarih hakkında birşeyler öğrettin.O kadar özlemişim ki kalemini,yine kamçıladın,kabarttın , kurcaladın,kaşıdın yazmanı bekleyen iştahımı.Sen benim en sevdiğim yazarsın.Yazmanı bekliyorum dört gözle….bekletme

  2. Bayram Taşkın

    Ne diyeyeyim?
    Bir şehir ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Evet Paris Paris ,Paris ama gören göz de göz; anlatan dil de dil. Şiir gibi bir yazı olmuş sevgili Çiğdem Hocam. Ellerine ,yüreğine sağlık.
    Ben de tıpkı Alp Bey gibi vuruldum şu cümleye: Bilmemek de bilmek gibi tıpkı mucize gibi bir şeydir bazen.

  3. Faik Çelik

    Sevgili Kübra Hocam, yazınız çok nahif, bir flanörden daha fazlasını paylaşmıssınız, bir Paris ressamının eskizleri, bu şehrin sevdalısının şehre içini dökmesi gibi geldi bana, öyle hissettim. Duygulandım, biraz hüzünlendim, ama çokça da bu sevdiğim şehri yeniden gezdim. Elinize sağlık.

  4. Alp Dilgen

    Yazıyı okuduğumda, Paris’in sadece bir şehir olmadığını, aksine bir yaşam tarzı ve duygusal bir yolculuk olduğunu hissettim. Her cümlede, bellek ve aşkın ne kadar iç içe geçmiş olduğunu fark ettim.
    Beni en çok etkileyen kısım, Paris ile olan ilişkinin yaşamının farklı dönemlerinde gösterdiği değişim. Dokuz yaşındaki çocuğun pastalara bakarken hissettikleri, hamileyken yediğin soğan çorbasının tadı, anne babanla kutladığın otuzuncu yıl dönümü—her ziyaret, hayatın bir başka safhası. Paris sadece dekor değil, adeta bir defter gibi, hayatını, sevgini, kaybını, büyüyüşünü sayfalarına yazmışsın.
    Yazının en yürek burkan yeriyse, “iyi ki bilmiyorduk” değdiğin yer. Orada zaman ve ölüm karşısındaki çaresizlik somutlaşmış.
    Paris’i tanımlarken kullandığın kelimeler (sanat, şarap, edebiyat, yalnızlık), Paris’i Paris yapanın insanların onu ne kadar sevdiğinin farkında olduklarını gösteriyor.
    Bu yazı, sadece bir şehre ait değil; her gelişinde seni biraz daha değiştirmiş, biraz daha derinleştirmiş bir tutkuya ait. Umarım yazmaya devam edersin.

Bir yorum Yaz