Mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,
Ayaklarımın altında nemli, serin kırlar;
Başakları devşirip otları ezeceğim,
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgâr.*
Gasil masası gibi… Ya da “otopsi masası” mı demeliyim? Çelik, soğuk, itici, rahatsızlık verici. “Uzanın lütfen,” diyor radyoloji teknisyeni genç kadın. Sesi, az önce birlikte girdiğimiz bu oda kadar soğuk. Üstümde sadece bir hasta önlüğü, pamuklu, mavi. Tepemde koca bir makina. “Biraz daha sola kayın lütfen,” diye sesleniyor camekânın arkasından. “Proteziniz sağ bacağınızdaydı, değil mi?” Cevap beklemeden devam ediyor: “Hiç kıpırdamayın lütfen.” Sırtüstü devrilmiş ve devrildiği yerde asırlarca kalmış bir heykel gibi, öyle kaç dakika yattım, bilmiyorum. İçimin geçmesine ramak kala, “Yok, böyle olmuyor. Bacağın tamamını bu pozisyonda çekersem tek kaset yeterli olmayacak. Kalkabilirsiniz. Bir de siz ayaktayken çekelim röntgeni. Sonra parçaları birleştirir ve raporu doktorunuza yollarım.”
Teknisyen makinada gerekli düzenlemeleri yaptıktan ve birkaç düğmeye peş peşe bastıktan sonra, bu defa karşıma geçip bir stüdyo fotoğrafçısı edasıyla röntgenimi çekmeye çalışıyor. Sıkıldım. Bu havasız, penceresiz, güneşsiz odaya yıllardır alışamadım bir türlü. Alışmak zorunda da değildim zaten. Güneşin kapı altından bile sızamadığı bu odada günün vaktini, ayı, mevsimi, yılı, hatta asrı bile kolayca şaşırabilir insan. İşkence hücresine konulmuş gibi, karşısındaki şu beyaz duvara çentik atma arzusu uyanabilir içinde. Oysa ne muhteşem bir sonbahar günü yaşanıyor dışarıda…
Ayakta, röntgen cihazına birbirinden şık (!) pozlar verirken, “L’automne deja!” (Birdenbire sonbahar!) diyen, hastalığının adı benimkiyle aynı olan, Fransız şair Arthur Rimbaud’u hatırlıyorum. Yakalandığı kemik kanseri sebebiyle henüz otuz yedisindeyken hayata veda eden Rimbaud’u… Paris’te, Londra’da, Belçika’da, Alpler’de, çöllerde atılan onca adımdan sonra, davul gibi şişen bacağının hissettirdiği ağrılar yüzünden, 20 Şubat 1891 günü “An itibarıyla kötüye gidiyorum,” diye yazan Rimbaud’u…
Marsilya’daki Conception Hastanesi’ne kaldırıldığında “Kötüyüm, hem de çok kötü!” cümlesi çıkar kaleminden. Dizinin üstünden kesilir bacağı. Ameliyat sonrası iyileşmeyi beklerken günlerce hareketsiz kalmak, Rimbaud gibi yollara, yürümeye ve dünyayı keşfetmeye, hayatı içine çekmeye tutkun olan genç bir adam için tahammül edilmesi zor, çok zor bir durumdur.
“Tahta bacak ısmarladım. İki kilo çekiyor, sekiz güne hazır olacak. Onunla çok yavaş yürümeyi deneyeceğim.”**
Hasta bacağını kesip almalarına rağmen ağrılarının sonu gelmez bir türlü. Gözlerine uyku girmez. Sabahtan akşama kadar tükettiği demleme haşhaş suyu dışında, boğazından hiçbir şey geçmez.
“Şunu bunu yapmak, orada burada gezmek, görmek, yaşamak, basıp gitmek isterdim.”**
Dünyanın sonbaharı gibi, şairin sonbaharı da gelmiştir artık. Bir deri bir kemik kalmış parmaklarıyla daha önce bacağını kaybettiği hastanede gene de notlar almayı ihmal etmez: “Öylece yatan bir kütüğüm yalnızca. Yapay bacağı bekliyorum. Gelir gelmez onu bana yollayın.”
Dayanılmaz ağrılarını daha az hissetsin diye sürekli morfin almaktadır. Vücudunun üst kısmını ele geçiren felç, kalbine çevirmiştir yönünü. Son günlerinde sürekli sayıklar Rimbaud, halüsünasyonlar görür. “Haydi gidelim!” diye mırıldanır defalarca. Hayallerinde, yollara yeniden düşmüştür muhtemelen. Eskisi gibi dere tepe yürüyor, yürürken de derin derin nefes alıp yaşamı olabildiğince ciğerlerine çekiyordur. Kaçınılmaz sonu yaklaştığında “Çabuk olun, çabuk! Bizi bekliyorlar! Valizleri kapatıp gidiyoruz, haydi!” cümlelerini daha sık tekrar eder olmuştur.
Görüntüleme merkezindeki işim nihayet bitiyor. Alelacele giyinip dışarı atıyorum kendimi. Sonbaharın serin, altuni rüzgârı yüzümü yalıyor. Güneşin altında mayışmış, miskin bir kedi gibiyim şimdi. “L’automne deja!” diye fısıldıyor kulağıma Rimbaud, “Birdenbire sonbahar!” Binanın bahçesindeki haşmetli çınar ağacının sararmış yaprakları düşüyor önüme. “Yaz ne kadar hızlı gelip geçti, değil mi?” diye devam ediyor Rimbaud. Varla yok arası bir tonda söyledikleri. Sesi dinç, dingin. “Çünkü ağrım yok artık,” diyor. Gülümsüyor şimdi, hissediyorum. “Ağrın yoksa mevsim hep yazdır, değil mi? Senin yazın hiç bitmesin, Çiğdem.”
* Şair: Arthur Rimbaud / Çevirmen: Erdoğan Alkan
** Frédéric Gros, Marcher, une philosophie, Carnets Nord, Paris, 2009. [Türkçesi: Yürümenin Felsefesi, çev. Albina Ulutaşlı, Kolektif Kitap, İstanbul, 2017.]
1974, Ankara doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldum. Yüksek lisansımı Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptım. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldım. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldım. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladım. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğum Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulundaki görevimi sürdürmekteyim. Ayrıca, üç Javier Cercas romanına ve Mary Renault tarafından kaleme alınan “Büyük İskender Üçlemesi”ne emek vermiş bir çeviri editörüyüm. Kurucusu olduğum Kitap Kurtları Kulübü ile ilgilenmeyi ve gerek kendi edebiyatımızdan gerekse dünya edebiyatından isimlerle yaptığım röportajları, yazdığım denemeleri blogumda paylaşmayı seviyorum.
Kendimle ilgili, öz geçmişimde yer alan nesnel bilgiler bunlar. “Ben kimim?” sorusuna vereceğim öznel cevaplarım ne derece doğru olur, taşıdığım etiketlerin kaçını burada bir çırpıda sıralayabilirim, bilmiyorum. Dolayısıyla sadece şunu ekleyip konuyu kapatmayı yeğliyorum: Okumayı, yazmayı, araştırmayı, öğrenmeyi, sorgulamayı, seyahat etmeyi seviyorum ve bazı insanlara rağmen hâlâ “insan” kalmaya çabalıyorum.
10 Yorum
Yazın hiç bitmesin Çiğdem’ ciğim. Yazıların nefes aldırıyor okudukça.
Sizin “yaz(ı)nız” asla hiç bitmesin hep mutlu olun ve hep yazın ki bizi beslemeye devam edin ❤️
Sevgili Çiğfem,
Blog için çok teşekkürler , bu bize bir ödül ,yazılarını
kimse kaçırmayacak .Senin yazın ,yazmaların hiç bitmesin Çiğdem .
Hikaye cok güzel , bu yollardan birkez daha geçmemek umuduyla şükretmek lazımı hatırlattı bana .
Sevgili Çiğdem Hanım, blog’unuzun takipçisi bol olsun! İlk yazınız olağanüstü etkileyici! Rimbaud’la aranızda hem bir paralellik olması, hem de tamamen değişik şekillerde gelişen hayatlarınız son derece çarpıcı geldi bana. Bir gün karşılıklı o şanssız çılgın dahi çocuğu ve işlerini analım lütfen!
Biraz korku saldı içime bu yazı. Şayet en büyük korkum olan Alzheimer’ın (ki bu kesinlikle ölüm değil) yanı sıra, fiziki olarak gün gelecek (ya da genç yaşımda )ve elim ayağım tutmayacak diye ödüm kopuyor. Yani o hayalini kurduğum trekking, kano ve Alp dağları ve Tepui turlarını yaşayamadan göçmek istemiyorum bu diyardan. Daha puslu dağların karşısında izlenecek çok gündoğumu, ortaçağdan kalma yıkılmış kalelerde yıldızlarin altında geçirilecek nice geceler, kamp ateşinde dalacak nice hayaller ve keşfedecek o kadar çok şey var ki şu kısacık ömürde.
Mevsimler hep ‘Yaz ‘ gibi geçsin… Adeta satırlarının arasında seninle – Rimbaud ile biz de dolaştık, hissettik her şeyi. Ne güzel anlatmışsın.
Sevgiler
Çiğdemcim yazını okudum beni cok etkiledi benzer sorunlar yaşadığım için mi bilmem kalemine sağlık yeni blogun başarılı olsun
Okurken tüylerim diken diken oldu, Ahhh Çigdemcim… duygularini o kadar guzel gecirmissin ki yaziya… tebrik ederim
Harika bir yazı . Tebrikler.
1991 Mayıs ayı geldi aklıma yaşamı daha yeni deneyimleyen üniversite son sınıfta koltuk değneği ile yürümeye çalışan ben. Çok güzel duygu dolu bir yazı. Kendimi Rimbaud’un yanında olup ona arkadaşlık yaparken hayal ettim. Güzel yüreğine sağlık…