
“Rejans’a yıllar önce bir arkadaşımla gitmiştim ama buraya gelmek ancak şu ana kısmetmiş.”
Ayaspaşa Rus Lokantası’nın eski ahşap masalarından birinde otururken bunu düşünüyorum. Savunmasız bulduğu el ve yanakları affetmeden bıçak gibi kesen, aralık ayına özgü o zalim soğuk; az ötemdeki küçük kapının dışında kaldı. Etrafı inceledikçe beynimin içinde bir ileri bir geri yürüyen, “keşke”lerle başlayan cümleleri atıyorum bir kenara. “Madem şimdi, öyleyse en doğru zaman şimdi, tam şu an,” diyorum içimden, “boş ver!” Nazik garsonun önüme koyduğu sarı votkadan bir yudum alıyorum, sonra bir tane daha, bir tane daha… İçim giderek ısınıyor. Fonda Ochi Chernye çalıyor. Bu besteyi seviyorum ve kendisini nerede, ne zaman duysam, 2007’nin (yine) Aralık ayında Rusya’ya yaptığım seyahat geliyor aklıma: Moskova’dan Saint Petersburg’a trenle giderken yan koltuktaki yaşlı hanımın kulaklıklarından akıp, benim kulaklarımın kapısına gelip dayanan beste Ochi Chernye… Gülümsüyorum. Hiçbir şey tesadüf değil mi gerçekten? Bembeyaz masa örtüsünün üzerindeki zarif karafın içinden bana bakmakta olan sarı votka; o gezideki yerel rehberimiz, sarışın Yulia’dan öğrendiğim Rus atasözünü hatırlatıyor: “Çirkin kadın yoktur, az votka vardır.” Dudaklarımı büküyorum. Peki, çirkin bir adamın karşısındaki kadın; şişelerce votka içse bile, aynı etki ortaya çıkabilir mi? Sanmam. Votkanın erkekte yarattığı o Sinderella mucizesi, kadına vız gelir tırıs gider bence. Bir kahkaha patlatsam şimdi, yan masada kös kös oturan, birbirlerinin yüzlerine bile bakmadan usul usul yemeklerini yiyen şu çifti rahatsız eder miyim acaba? “Çay, votka gibi bol bol içebileceğimiz bir şey değildir bizim,” de derdi Yulia, değil mi? Frene basıyorum sonra. “Sen Rus değilsin, aman ha!” diyen iç sesim, işaret parmağını sallayan bir anne gibi karafın içinden çıkıyor sanki. Dikkatimi bulunduğum ortama vermeye başlıyorum. Nerede, ne var, her detayı beynime kazıyorum.
Basık bir tavan… Rusya’da gittiğim tarihî kafe ve restoranlar, basık tavanlarıyla aklımda kalmış nedense. Dondurucu bir coğrafyada, mekânları daha kolay ısıtmak için mi acaba? Mümkün. Aynı hissi bu Rus lokantasına da vermek istemiş olabilirler, kim bilir… Girişte, işletmenin kurucuları, Macar göçmeni Judith Krischanovski (nam-ı diğer “Kontes”) ve kendisinin Beyaz Rus kocası Ivanavich Kreschanovsky’nin siyah beyaz fotoğrafları… Ayaspaşa bu çift tarafından 1943’te açıldığında sadece yirmi beş kişilik bir lokantaymış. Kontes, kendi elleriyle pişirdiği leziz yemeklerle nam salınca mekânın da şöhreti almış başını gitmiş. Hey gidi… “Bâki kalan bu kubbede bir hoş bir sadâ imiş…” Ortam; aydınlatması ve ayrıntılarıyla sıcacık, rahatlatıcı… Ahşap masa ve sandalyelerin, hatta ahşap barın, zarif kristal avizelerle yakaladığı şaşırtıcı uyum gözlerimi okşuyor. Beyaz duvarlara sarı ışık
yaymakta olan, Çek camından yapılma ferforje apliklerdeki bronz çocuk figürinlerine bakmaya doyamıyorum. Oturmakta olduğum masanın yanındaki duvarda asılı olan “Le Petit Parisien”in kapağında Çar 2. Nikolay, eşi Aleksandra Fyodorovna ve kızları Olga ile resmedilmiş. Gazetenin sağ üst köşesi, 20 Eylül 1898 tarihini gösteriyor. Boş masalardaki beyaz dantel örtüler, sağdaki piyano, piyanonun üzerindeki ışıklı küçük çam ağacı ve az ötedeki duvarda, ağlamasına ramak kalmış gibi bakmakta olan küçük Rus kızın portresi beni bambaşka bir zamana ışınlıyor. Lokantaya daha önce onlarca kez gelmişim gibi sanki… Hem öylesine tanıdık bir his hem de ilk tecrübelerin insan ruhunda uyandırdığı o cezbedici, şaşırtıcı, kışkırtıcı duygu, ne tuhaf… Dil bilimci yazar Jak Deleon, “eski bir dost evi” benzetmesini yapmış Ayaspaşa için, çok haklı…
Rus, Avusturya ve Macar yemeklerinden oluşan zengin menüden ne seçeceğime karar vermeye çalışırken, ister istemez Rejans’ın ortamıyla karşılaştırıyorum burayı. Fiyatları daha makul, ortamı daha samimi buluyorum. Borş çorbası ile Viyana usulü şnitzel söylüyorum. Sipariş ettiklerimi beklerken yanıbaşımda asılı o gazete sayfasına dalıp gidiyor gözlerim. Dünya tarihi; aslında tesadüfler silsilesinden ibaret, uzun, upuzun bir süreç… 1917 Devrimi olmasaydı eğer, Beyaz Ruslar da olmayacaktı muhtemelen. Bolşevik İhtilali olmasaydı, çoğunluğu Beyaz Ordu subaylarından oluşan Beyaz Ruslar; Karadeniz üzerinden İstanbul’a hiç gelmeyecek ve İstanbul da bugünkü İstanbul olmayacaktı belki ama bu insanlar bu topraklardan gelip geçtiler ve eski İstanbul’un uygarlık çıtasını arşa taşıdılar. Pera’yı canlandırdılar, geçimlerini sağlamak için çiçek satan güzel kızlarını pasaj isimlerine ilham kaynağı yaptılar, Türklere plaj kültürünü aşılayıp onların gözlerini mayolara alıştırdılar ve “şıklık, asalet, moda, balo, opera, bale” filan derken, şehirdeki alafranga hayat tarzını frenk memleketleriyle yarışır hâle getirdiler.
Beyaz Rusların yaşadıkları hayat, bulundukları ortama yaydıkları hayat kadar parıltılı olamamış ama: 1917’de Çar ve ailesi öldürüldükten sonra, Kızıl Ordu karşısında daha fazla direnemeyeceklerini anlayan bu insanların hayatları girdaba girmiş resmen. Tıpkı bugün başka coğrafyalarda, başka ulusların yaptığı gibi, kendi vatanlarından canlarını kurtarmak için koşarak kaçmışlar ve bunu yaparlarken de ne asalet görmüş gözleri ne zenginlik… Birkaç güzel kıyafet, yanlarına alabildikleri kadar mücevher, korselerinin içine sokuşturabildikleri kadar para, hepsi bu… Binmişler Sivastopol’dan gemilere, Karadeniz üzerinden ulaşacakları yeni toprakların hayalini kurarak, dip dibe, omuz omuza, rahat bir soluk bile alamadan yolculuk etmişler güvertelerde, günlerce ve gecelerce… Oldukça meşakkatli geçen bu seyahat boyunca kimi karaya ayak basabilmek için parmağındaki yüzüğü bile çıkarıp vermiş, kimi intihar etmiş, kimi aklını yitirmiş, kimi salgın hastalıktan ve kimi de açlıktan yitip gitmiş… İstanbul ve Çanakkale’deki boğazlarda ne kadar bekletildiklerini bile bir süre sonra unutmuş çoğu. Sırf bir kara parçasına adım atabilmek, enselerinde tabanca namlusu hissetmeden yaşayabilmek, “insan” gibi hayatlarına devam edebilmek için bekleyip durmuşlar o gemilerde… Şu umutla ayakta durabilmişler hep: “Zamanında İspanyol Engizisyonu’ndan kaçan Yahudilere cömertçe kucaklarını açmışsa Türkler, şimdi bizi de sarıp sarmalarlar elbet.” Ve gün gelip de İstanbul’a ayak basmalarına müsaade edilenler; “Spassibo, Constantinople! Şükran, İstanbul!” diyerek minnettar kalmışlar bu şehre. Sığındıkları şehrin, ebedi düşmanları olan Türklere ait olduğunu unutmadan ancak düşmanlığın kendisini unutarak tutunmaya çalışmışlar buradaki hayata. Sayısız kontes tuvalet temizlemiş, nice general uşaklık yapmış, subaylar hamal olmuş, fi tarihinin prenseslerinden ne dadılar çıkmış… Dile kolay, yaklaşık yüz elli bin Beyaz Rus İstanbul’da ikinci hayatlarını inşa etmişler sil baştan, çok çalışmışlar ve bundan asla şikâyet etmemişler. Çarlık döneminden kalma kâğıt paralarını ve madalyalarını içlerine koyarak evlerinin bir köşesinde uzun bir süre muhafaza ettikleri “haraşo bohçaları”ndan muhtaç oldukları desteği almışlar, umutlarını öyle canlı tutmuşlar. “Bir gün elbet döneceğiz vatanımıza. Yaşadığımız bu iç savaş, sonsuza kadar uzak tutamayacak bizi toprağımızdan.”Borş çorbasının dumanı üzerinde tüterken, “6-7 Eylül olaylarında zarar görmemek için ismindeki ‘Rus’ kelimesini attı restoran,” diyor telefonumun ekranı, “ancak yıllar sonra orijinal ismine dönebildi.”
Dün Beyaz Ruslar, bugün başkaları, yarın kim bilir kimler…
Derler ki: “Bir hata, sadece ilk sefere mahsus olmak üzere hatadır. Tekrarlanırsa o artık hata olmaktan çıkıp bir seçim olur.” Doğrudur. İnsanlık tarihi, işte bu seçimlerden ibarettir ve tam da aynı sebepten, burnunu lağım çukurundan çıkaramamaktadır çoğu millet.
25 Aralık 2021 Cumartesi
(Bu blog yazısı; çevrim içi aylık kültür, sanat ve edebiyat dergisi “Mikroscope”un 8. sayısında da yayımlanmıştır.)
1974, Ankara doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldum. Yüksek lisansımı Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptım. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldım. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldım. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladım. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğum Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulundaki görevimi sürdürmekteyim. Ayrıca, üç Javier Cercas romanına ve Mary Renault tarafından kaleme alınan “Büyük İskender Üçlemesi”ne emek vermiş bir çeviri editörüyüm. Kurucusu olduğum Kitap Kurtları Kulübü ile ilgilenmeyi ve gerek kendi edebiyatımızdan gerekse dünya edebiyatından isimlerle yaptığım röportajları, yazdığım denemeleri blogumda paylaşmayı seviyorum.
Kendimle ilgili, öz geçmişimde yer alan nesnel bilgiler bunlar. “Ben kimim?” sorusuna vereceğim öznel cevaplarım ne derece doğru olur, taşıdığım etiketlerin kaçını burada bir çırpıda sıralayabilirim, bilmiyorum. Dolayısıyla sadece şunu ekleyip konuyu kapatmayı yeğliyorum: Okumayı, yazmayı, araştırmayı, öğrenmeyi, sorgulamayı, seyahat etmeyi seviyorum ve bazı insanlara rağmen hâlâ “insan” kalmaya çabalıyorum.
43 Yorum
Çiğdem’cim,yazın süper.Ellerine sağlık.❤️
Mükemmel bir ifade ve yazı, çok teşekkür ederiz
Her yazdığın yazıyı ayrı bir heyecan ve ilgiyle okuyorum canım Kübra ablacığım. Yaptığın betimlemelerle; sanki biz de orada seninle aynı şeyleri görmüş, deneyimlemiş hissine kapılıyoruz. Eline, kalemine, bilgine sağlık! Başarıların daim olsun, yeni yazılarını merakla bekliyoruz. ♥️
Okur dünyası harika bir yazar ile tanıştı. Kübra Hanım her okduğum yazınız beğeneceğime ve bi daha ki yazınızı da merakla bekliyeceğime eminim
Kübra hanım tek kelımeyle harıka bır yazı
Çok teşekkür ederim harikasın ıyıkı varsın
Bir defa daha ilgi ve hayranlıkla okudum
Tebrikler canım
Sen yazmaya devam etmelisin
Çok yakın tanıdığımdan dinlediğim bir hikayeyi yeniden gözümde canlandırdın
Kalemine yüreğine sağlık.Sevgiler…
Sevgili Çiğdem-i Kübra, günaydın
Öncelikle yeni yılın, başta sağlık olmak üzere, huzur ve mutluluk içinde yeni yazılar, yeni anlatılar, yeni kitaplar getirmesini dilerim.Ozellikle de dileklerin gerçeklik kazanmasını..
Keşke, her atılan işkembe-i Kübra’dan dile getirdiklerin, yazıya döktüklerin gibi olsa. Bunlar ancak, kalb-i Kübra’dan, beyin-i Kübra’dan atılanlar olabilir.
Yazılarını ilgiyle, merakla ve hayranlıkla okuyorum..Her geçen gün, kendini aşacağından kuşkum yok..Her kaleme alınan yazı , hele deneme türünde ise, yazanın yaşam felsefesinden izler taşır.Bir yandan kendini anlatırken, bir yandan da yaşamını yeniden kurarsın…
Başarılarının devamını diler, sevgiler sunarım.
Bir solukta okuduğum,betimlemeleri ile insanı; hikayenin içine alan nadir yazılardan biri. Tasvirleri olağanüstü,tarihi kokusu ile adeta “aklınızı alırım he!” tadında iddialı ama bir o kadar akıcı dili ile sade, insanın o an bulunduğu ortamdan Ayaspasa Rus Lokantasında isinlayan,hikaye bitiminde insanı düşündüren ve buraya gitmem lazım dedirten bir yazı. Romanida dört gözle bekliyoruz Çiğdem Hanim
Senden dinler gibi oradaymış gibi gözümde canlandı yazdıkların. Harikasın kalemine yüreğine sağlık tebrikler
Çigdem’cim bu guzel yazini bizimle paylastigin icin tesekkurler. Heyecanla okudum; yazidaki detaylar, bilgi birikimi harika. Daha nice guzel yazilarini paylasman dilegiyle… Sevgiler
Çok etkilendim, beni yıllar öncesine; Ayaspaşa Rus Lokantası’na ilk gittiğim 1993 yılına götürdü…çok şey değişti hayatımda aradan geçen neredeyse 30 yılda ama İstanbul’un en karakteristik mekanlarından birini, senin eşsiz tasvirin ve bilgi birikimin eşliğinde hatırlamak iyi geldi
Kaleminin melodisi ile ‘kağıt’ üzerinde danseden yaşantılar, anılar. Eline sağlık Çiğdem’ciğim.
tarih tekerrürden ibarettir, sözünün bir başka coğrafyaya ait tınısı…ve tüm toprakların bitmeyen alın yazısı, hep izlediğimiz, oyuncuları değişen ama yazarları hiç değişmeyen film gibi hayatları.. her romanda hissedilen havanın soğuğu, yolların çetinliği, yaşananların zorluğu.. bir gün o masada oturup onlar için kadeh kaldıralım mı sevgili hocam ?
Sade anlatım, araştırmak, nostaljik koku, kültürel çeşitlilik hayata ruhunu, anlamını veren insanı besleyen detaylar. Bu değerleri her daim satırlarında yaşatmanı seviyorum Çiğdem’ciğim. Ruhuna, birikimine, merakına, çalışkanlığına, eline, aşkına sağlık.
Elinize, kolunuza sağlık hocam. Ne güzel gözlem ve betimlemedir bu. Ne güzel anlatımdır. Heyecanla okudum ve bundan sonra da yine aynı heyecanla okuyacağım
Cigdem cigim, kalemine yüreğine sağlık. Muhtesem bir yazı. Farkli duygular yasayarak tarihi bir yolculuk yaptım. Yazin hakkinda Madrid de sohbet etmeyi arzu ediyorum ama bu koşullarda İstanbul a da razıyım. Sen hep yaz lütfen Cigdem cigim.
Her zaman derin hislerle filmlerini izlediğim,romanlarını okuduğum Rusya tarihini senin kaleminden okurken daha da içten yaşadım,hüzünlendim.Süpersin Çiğdemcim. Yolun hep açık
Kutlarım…
Seni izlemeye devam ediyoruz ve sen de üzerine koya koya geliyorsun.
Söyleyeceklerimi bir sohpette harcamak üzere cebimde biriktiriyorum.
Sevgiler
Harika! Kalemine sağlık Çiğdemcim.
Okurken bir ara Rusya’daydım, bir de baktım Istanbul’da… Bir an kendimi gemide buldum, bir an Ayaspaşa’da, bir an mutlu oldum, bir an hüzünlü…
Yıllar önce Rejans’a ve Ayazpaşa Rus lokantasına ilk gittiğimde oralardan gelmiş geçmiş ruhların benim ruhuma fısıldadıkları yaşanmışlıklar senin kaleminden yazıya dökülmüş. Kalemine sağlık, harika bir anlatım.
Çiğdemciğim, bir mekana ancak bu kadar ruh verilebilirdi. Yazın şahane, gönülden tebrik ediyorum. Devamı gelsin. Hep hisset, hep yaz.
Sevgilerimle,
Selda Terek
Ne kadar duygu dolu bir yazı.Okurken (1899 doğumlu kafkas göçmeni) babaannemden dinlediğim buruk anıları
hatırlattı bana.Gözlerim doldu…
İzlenimlerini hem çok derin bakarak hem de çok akıcı aktarmışsın.
Eline , yüreğine sağlık.Yolun açık olsun
sevgili Çiğdem.
Hem restoranın tarihini hem de Rus tarihini öyle güzel anlatmışsın ki bu harika yazın sayesinde o dönemlere ışınlandım resmen. Kalemine ve emeğine sağlık Daha çok yazı istiyorum kendi adıma Tadı damağımda kaldı zira
Kısa süre önce de söylemiştim, yüreğinden kalemine, oradan da kağıda akan cümlelerin uzun da olsa donmuş pistte kayan bir patenci gibi kayıp giriyor gözlerimden içeriye. İnsanın doğup büyüdüğü yeri terk etmesi hem çok zor hem de acıdır. Çoğu kişi bir süre sonra döneceğini hayal eder, ama bu hayal zamanla kabul etmesi çok zor bir gerçeğe dönüşür.
Bunu 1974 sonbaharında ben de yaşamıştım. Gerçi benim geri dönme isteğim pek yoktu, ama insanın beyninin bir köşesinde hep ‘belki bir gün’ diye bir hayal saklanıp durur. İşin ilginç yanı çoğu tanıdığım her gün ve gece terk ettikleri evlerini, köylerini sayıklarken, ben otuz yıl kadar bir süre sadece eski evimde bıraktığım 1940 model bisikleti gördüm rüyalarımda (aslında benim de değildi, babamındı). Göçmenlik, hele zoraki göçmenlik acıdır. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ince bir sızı gibi kalır yüreğinde.
Nereden nereye gittik. Bu tarihi lokantayı çok güzel anlatmışsın. İstanbul’a gittiğim onca seferde, hem de çok yakınında kaldığım halde, nasıl oldu da bu tarihi mekanı gözden kaçırmışım. Sayende gidip görmüş gibi oldum.
Süper bir yazı olmuş..Aklına,yüreğine,kalemine sağlık
İstanbul’un geçmiş tarihini ve kozmopolit kültürünü anlatan güzel bir yazı olmuş. Geçmişe bir yolculuk ve kaybettiğimiz bazı kültürlere ülkemizde gecikmiş bir saygı duruşu…Tebrik ediyorum, güzel düşünce ve duygularını paylaştığın için…
Yüz yıllık bir zaman diliminde adeta bir hamakta tatlı tatlı sallanır gibi bir ileri bir geri götürdün beni yazınla sevgili Çiğdem. Böylesi usta bir kalemle zamanda sallanmanın tadı pek az şeyde vardır. Kalemine, yüreğine, tüm birikimine sağlık.
Çigdem’cim bu güzel tasvir ve yaşamı insana rüya gibi hissetirişin, gerçek bir okadarda edebiyat ve yazar olarak yaratılmış olduğunu göstermekte.Tüm ifadelerin ve okurken tatdırdıgın duygular ve tat için teşekkürler. Yolun açık kalemin hep böyle güçlü olsun
Sevgiler.
Çok akıcı ve detaylandırılmış,adeta bir belgesel niteliğinde. Her zamanki gibi çok güzel yazmışsın sevgili Kübra. İçinde umut, sevgi ve empati duygularını barındırıyor. Tebrikler.
Kübra hanım
Kaleminize sağlık.Ne kadar güzel yazmışsınız.Bir solukta okudum.Mekanı gözümde canlandırdım. Kim bilir kaçıncı kez cilalanmış ahşap masalar sandalyeler ve barı hayal ettim.
Bronz çocuk figürlerinin ağladığını mı güldüğünü mü düşündüm.
Okudukça, geçtiğimiz aylarda izlemiş olduğum “The Last Czars” dizisinden sahneler belirdi hayalimde.
Çok keyifli bir zaman tünelinden geçtim.
Yürekten kutluyorum
İyi günler, iyi bir yaşam dileğimle. Ne güzel, eski günleri yeni yaşama bağlayıp, bununla birlikte eskiyi güzel, yeniliği Umut’la devam ettirebilmek ne hoş. Keşke herkes her zaman böyle düşünerek çevreyi, insanları hoşgöre bilse, Sizin yazınız ise tarih, bugün ve sevgi dolu konuyu içine alırken, olması gereken hoşgörüyü dile getirmişsin. Eline,gönlüne sağlık. İyi ki varsınız, iyi ki yazıyorsun. SAYGILARIMLA….
Bu zor günlerimde hastane bahçesinde nasıl iyi geldi bu muhteşem yazı canım benim, kalemine yüreğini sağlık iyiki varsın iyiki yazıyorsun ❤️
Harika bir tad bıraktı damağımda. Tebrik ediyorum sevgiyle
That is a great story, very emotional and heartfelt..
Kısa bir sürede ,satirlarinla, sanki Tarihin o günlerine isinlanip döndüm Cigdemcigim.Bittiginde ise hüzün kapladı içimi.Sanki bir film seyrettim her yönüyle acısı tatlısını yüreğimin içinde hissettiğim lezzette.Kaleminin mürekkebi hiç kurumasın canim.Eline ,emegine,yüreğine sağlık.Ya ocin lublu tebya.Minya krasiva devucka.Snovim Godum…
Yazınızdaki betimlemeler, zengin içerik , akıcı anlatım edebi kişiliğinizin yüksek seviyesini gösteriyor. İlginç konularla bezenmiş yazınız için yürekten kutluyorum.
Harika bir yazı okudum ,Kutluyorum sizi . Yazdıklarınızı okurken kayboldum içinde sevgilerimle.
Muhteşem bir yazı, duydum, hissettim ve o restorana gitmek, o atmosferi yaşamak istedim.
Cok guzel anlatmışsın kubracim bilgi birikimin sade bir dille anlatımın detayları görmen duygularınla harmanlanmış anlatımın sanki karşı karşıya sohbet ediyorduk seni dinliyordum yıllara gittim şu anı yaşayarak
Yine dolu dolu bir yazı. Tüm betimlemeler gözümde canlandı adeta. Müthiş keyif alarak okudum:)))
Hikayelerini okumaya doyamıyorum, sonunda hep “yine bitti tuh” cümlesini kurmaya devam ediyorum. Muhteşem tasvirler. Okumuyorum, yaşıyorum…
Nasıl güzel bir yazıdır!
Harika tek kelime…
Seni okumak çok zevkli Çiğdem’ciğim ❤❤❤
Bayıldım yazına Çiğdem Bize coğrafi olarak yakın bir ülke, tarihte ve halen içiçe olduğumuz Ruslar , ama bir o kadar da tanımıyoruz . Ama onlar bizi daha çok tanıyor . Severim Rusya ‘yı , yaşadığım olumsuzluklara rağmen