“Hissettiğinizden fazlasını, hissediyormuş gibi yapmaya kalkmayın.”
Cüneyt Gökçer
Altmış dakika süren, tek kişilik ama çok karakterli bir oyun… “Hissettiğinden fazlasını, hissediyormuş gibi yapmayan” Zerrin Tekindor var sahnede. Hocası Cüneyt Gökçer’in ne demek istediğini iyi kavramış, doğal, abartısız, rol yaparken bile rol yapmayan bir kadın o. Ve aynı kadının ruhundan, matruşka bebekler gibi çıkan başka kadınlar: Ana karakter Handan ile Handan’ın babaannesi, annesi, kızı… Tekindor’un, farklı kadınları, farklı toplumsal rolleri ustalıkla oynadığı, mayası kadın olan bir oyun Toz. Dekor yok. Dekor, şeffaf bir sandalyeden ibaret sadece. İzleyicinin hafızasında iz bırakan türden kostümden de bahsedilemez. Tekindor çıkıyor sahneye, oturuyor bir sandalyeye ve başlıyor konuşmaya. Tam bir saat boyunca anlatıyor, bir kadının içinden çıkıp bir başka kadının içine giriyor, kahkahalar atıyor, ağlıyor, öfkeleniyor, isyan ediyor, hayıflanıyor, pişmanlık duyuyor ama oyunun temposunu asla düşürmüyor, zaman ve mekân geçişlerini asla birbirine karıştırmıyor.
Toz; küçük kız Handan’dan genç kız Handan’a, evlat Handan’dan yeğen Handan’a, eş Handan’dan anne Handan’a evrilirken arka planda da, 1960’lardan günümüze, Türkiye’nin geçirdiği sosyokültürel değişime, çoğu zaman hüzünle, sessiz haykırışlarla şahit oluyoruz. Bu Toz, neyin tozu sahi? Eğitimli, annesinin yaşadıklarını yaşamamaya ant içmiş bir kadının, kaderine çöreklenmiş olan toz mu? Sınırları giderek büyüyen şehirlerimizde, sonu gelmeyen inşaatlardan yükselen toz mu? Olmadık bir yerde ve olmadık bir zamanda, yaşananları tüm ayrıntısıyla diriltmeye niyetlenmiş hafızanın, üstünden silkeleyip attığı toz mu? Neyin simgesi bu Toz?
Oyunu Murat Mahmutyazıcıoğlu yazmış. Mahmutyazıcıoğlu’nun, geçen yıl Müze Gazhane’de sahnelenen Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin isimli oyununu da izlemiştim. Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin ile, 2016-2017 sezonunda Afife Tiyatro Ödülleri’nde ve Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB) Ödülleri’nde “Yılın Yerli Oyun Yazarı” seçilmiş kendisi ancak (doğruyu söylemek gerekirse) izlerken çok sıkıldığım, “Bitse de gitsek,” dediğim bir oyundu Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin. Türkiye gibi, şiddete sıkça maruz kalan kadınlara -maalesef- alışılan bir ülkede sahnelenen bir oyun için, içerik olarak da, biçim olarak da kanımca oldukça sıradan bir metindi Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin. Toz’un teması da çok farklı değil belki, ama tekniği değişik. Bunda, “Yazım sürecine dahil olmadım ama Murat’tan gelen taslaklar üzerinde çok konuştuk,” diyen, oyunun yönetmeni Hira Tekindor’un etkisinin olduğunu düşünüyorum. Her gün temcit pilavı gibi önümüze konulan ve önlemek için kimsenin kılını bile kıpırdatmadığı bu “kadına yönelik şiddet” konusundan belki de çok sıkıldım artık. Mademki yeni bir şey söyleyemiyoruz, söylediğimizi öyle farklı bir yöntemle söyleyelim ki, derdimizin “hayati” bir dert olduğu iyice çalınsın kulaklara, yer etsin zihinlere. “Annemden, ailedeki kadınlardan, kadın arkadaşlarımdan da biliyorum, anlatacak çok şeyleri var ve erkekler yeterince konuştu,” diye millî yaramıza parmak basan Murat Mahmutyazıcıoğlu’na hak vermemek mümkün değil tabii. Erkekler fazlasıyla konuştu gerçekten. Şimdi sıra bizde ve bizim mikrofonlarımızdan konuyu ele almak isteyen erkeklerde, fakat hedefi on ikiden vurmak için, oku farklı bir teknikle atmak gerek artık.
Oyundan çıktım. Zeytinburnu sokaklarında yürüdüm bir süre. Aralık ayının keskin soğuğu değil, kontrolsüzce büyüyen bir semtin görüntüsüydü beni üşüten. Doğanın canına okunduğu bir coğrafyada, çocukluğundan yaşlılığına kadar kadına reva görülen bu tutuma şaşırmamalı, diye düşündüm. Birini katlederken diğerine şefkatle yaklaşmak mümkün değildi çünkü. Umut mu aşılamıştı oyun, Türkiye’de kadın olmanın kaçınılmaz sonuçlarını gözümüze sokup umutsuzluğa mı boğmuştı bizi, bilemedim. Sahne “toz”unu yutmayı, belli ki çok seven bir oyuncunun olağanüstü performansına tanıklık etmiştik birkaç dakika önce. Sadece bundan emindim.
1974, Ankara doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldum. Yüksek lisansımı Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptım. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldım. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldım. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladım. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğum Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevimi sürdürmekteyim. Aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüyüm.
Kendimle ilgili, öz geçmişimde yer alan nesnel bilgiler bunlar. “Ben kimim?” sorusuna vereceğim öznel cevaplarım ne derece doğru olur, taşıdığım etiketlerin kaçını burada bir çırpıda sıralayabilirim, bilmiyorum. Dolayısıyla sadece şunu ekleyip konuyu kapatmayı yeğliyorum: Okumayı, yazmayı, araştırmayı, öğrenmeyi, sorgulamayı, seyahat etmeyi seviyorum ve bazı insanlara rağmen hâlâ “insan” kalmaya çabalıyorum.
4 Yorum
Sevgili dostumun yine güzel bir yazısı, oyunu izleyemedim, ama gerçek olan bir şey var, kadına şiddet yıllar geçtikçe daha da artıyor. Yazıyoruz, çiziyoruz, okuyoruz ama sorunu çözemiyoruz. Zerrin Tekindor bence de çok başarılı bir sanatçı, sahi neden hiç ödülü yok? Teşekkürler değerli arkadaşım. Sayende farkındalığımız artıyor. Okuyalım, yazalım, çevremizi aydınlatalım.
Oyunu görmedim ama Çiğdem Hanım’ın yazısı bende görme isteği uyandırdı… Gerçekten çok güzek bir dille yazılmış ve rahatça okunabilen bir yazı:-)
Oyunu ben, izleyememiş olsam da yazınızdaki şu ifadeye katılıyorum. “Oku farklı bir teknikle atmak gerek.” Gerçekten de günümüzde yazarlar, çizerler, sinemacılar, tiyatrocular… kadına şiddet konusunu farklı bir çerçeveden işleyebildiklerini söyleyebilmemiz çok zor. Yapılıp edilenler, yazılıp çizilenler sizin de dediğiniz gibi hep benzer ve tekrarın ötesine gidemiyor.
Kübra Hanım, yazınız beni blogunuzda yer alan “2023’te yeniden doğan İki Kadın: Melek ve Fatma Nuriye” isimli yazınıza, burada bahsettiğiniz Melek Kobra ve Fatma Nuriye’nin yapıp ettikleri, mücadeleleri Müjde Ar’a götürdü. Zira Müjde Ar’da 80’li yıllarda; cici, masum, saf kız/kadın rolleri oynamak yerine kadın kimliğine ve cinselliğine –korkusuzca, belki kariyeri uğruna- farklı bir bakış açısı getiren filmlerde, (“Ah Belinda, Teyzem, Adı Vasfiye, Asiye Nasıl Kurtulur” vb.) rol alarak mücadele ve hizmet etmişti.
Kendi kendime dedim ki, Kübra Hanım keşke bir kadın ve sanatçı olarak kadın sorunlarını başarıyla dile getirmiş olan Müjde Ar’la blokunda bir röportaj yapsa, dahası bu konuyu konuşmak üzere Kitap Kurtları Kulübü’ne konuk alsa ne güzel olur.
Bu arada mutlaka izlemişsinizdir ama kadın sorunlarını zamanına göre çok orijinal bir kurguyla anlatan ve müzikal tadı veren, 86 yapımı Asiye Nasıl Kurtulur’u izlemenizi naçizane tavsiye ederim. Mutlaka çok beğeneceksiniz. ( Bu film Vasıf Öngören’in aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanarak 1973 yılında sinema filmi olarak çekilmiş fakat klasik Yeşilçam filmlerinin vasatlığının ötesine geçememiş. )
Oyunu geçen sene izleyip etkisinden uzun süre kurtulamayıp çok çok sorduladığım durumlar olmuştu; aslında hepimizin bildiği, yaşadığı kadınlar üzerine konunun tek kişilik oyunla muhteşem bir performanstı ; Çiğdem Hanım’ın yorumu ve bakış açısı bana oyunla ilgili daha önce düşünemediğim bir çok yönü de sevketti . Duygularınıza, emeğinize teşekkürler