Arama Sonucu:

5 Mayıs 1821… İngilizler tarafından sürgün edildiği Atlantik’in ortasındaki Saint Helena adasında, mide kanseri yüzünden ağrıları zirve yapan yapayalnız bir adamın, son nefesini verirken ağzından dökülen o üç kelime…

“Fransa… Ordu… Josephine…”

Sinemalarda hâlen gösterimde olan, yönetmen Ridley Scott’un NAPOLYON’undaki tarihî tutarsızlıklar günlerdir tartışıladursun, bunlar beni pek ilgilendirmeyen hatalar çünkü filmi izlemeden önceki beklentim, tarihî bir filmden ne beklenebilirse o kadardı zaten, fazlası değil. İzleyeceğim sahneler, bir belgesele ait olmayacaktı sonuçta ve filmden haberdar olduğum günden beri farkındaydım bunun.

Napolyon’un ordusu Mısır Piramitleri’ne saldırdı mı, saldırmadı mı? Filme göre, evet, saldırdı, hem de top mermisiyle! Akademisyenler ve tarihçiler ise, “Yok artık!” diyor bu sahneler için. Ancak Kahire’de hâlâ kulaktan kulağa gezinen bir efsane, “Bugün ortada burnu tahrip edilmiş bir Sfenks varsa sebebi sadece ve sadece Napolyon’un ordusu’dur!” der. Sfenks’in burnunu un ufak eden, gerçekte kimdi peki? Bu soruya NAPOLYON filminde verilen cevap; GLADYATÖR, YARATIK, THELMA VE LOUISE gibi efsanelere imzasını atmış, bugün seksen beş yaşında olan deneyimli yönetmen Ridley Scott’un, benim gözümdeki değerini aşağı çekmez, olsa olsa “Adamın bu filmdeki önceliği, tarihe sadık kalmak filan değilmiş belli ki!” dedirtir, o kadar.

“Hayır! Napolyon; Marie Antoinette’in idam edildiği 16 Ekim 1793 günü, Paris’in Concorde Meydanı’nda değildi, Fransa’nın güneyindeki bir garnizonda görevliydi!” Gene uzmanlar için büyük, tarihî film delisi Çiğdem için ise üstünde durulması çok da gerekli olmayan bir başka hata! Filmin açılış sahnesinde, Marie Antoinette’i halkın arasından giyotine götürürlerken benim odaklandığım şey; kadındaki o korkusuz tavır, o vakur yürüyüş, o dik duruştu. O dakikalara Napolyon’un gözlerinden şahit olmam da gerekmiyordu zaten!

Napolyon’un en büyük askerî başarılarından biri sayılan Austerlitz Muharebesi’nde öyle devasa bir göl de yokmuş! Onlarca Avusturyalı ve Rus asker kocaman bir donmuş gölde değil, birkaç küçük gölette boğulmuş meğer! Bu da çok önemli değil kanımca. O devasa gölün yer aldığı sahneler, sinema sanatının ulaştığı gücü anlamak açısından çok önemliydi. Dahası, filme dair unutamayacağım en müthiş, en sinematografik görüntülerdi onlar! Klasik Rus romanlarından da pekâlâ bildiğimiz bu coğrafya için çok sıradan sayılabilecek donmuş, dev bir gölün, içine çektiği askerler ve atlarla anbean antrasit griden kırmızıya dönüşmesini, gelecekte çok az izleyici unutacaktır sanırım.

Tarihî bir filmdeki en büyük başarı kıstası ne kadar didaktik olduğunda değil, filmi izledikten sonra seyircisinde o dönem ve karakterlerle ilgili ne kadar merak, ne kadar araştırma hissi uyandırdığındadır. Film çoktan bitmiştir belki ancak sahneleri zihninizdedir hâlâ, birçok detayıyla. Oyuncular bakışlarıyla, duruşlarıyla, replikleriyle, sizde uyandırdıkları empati hissiyle aklınızda, yüreğinizdedir. Hiç kımıldamadan zaman ve mekânda yolculuk yapmışsınız gibi bir tat kaldıysa damağınızda, tamamdır işte! Film esas hedefine ulaşmıştır!

Sinema salonundan çıktım. Eve döndüm. Aralık 2007’de, Moskova’daki Borodino Panorama Müzesi’nde çektiğim fotoğrafları aradım kutularda. Fransa’ya Moskova yolunu açan bu kanlı savaşa tanık olmuşum duygusunu bende uyandıran, müzedeki o üç boyutlu, devasa savaş resmine dalıp gittim. Resmin alt tarafında, resimle mükemmel şekilde iç içe geçtiği için yarattığı gerçeklik hissinde rakip tanımayan objelere dönüp dönüp baktım: saman yığınları, dumanı üstünde tüten ocaklar, tahrip olmuş top arabaları, ortadan kaldırılmış bir köy, felaket, zulüm, yok olan insanlar ve insanlık… Bu yuvarlak müzenin içinde, Borodino Meydan Savaşı’nın tam ortasındaydım resmen! Hayatımda gezdiğim ilk panoramik müze olan Borodino beni benden almış o seyahatte, belli, fotoğraflardaki Çiğdem’den açıkça görülüyor bu! Savaşa, böyle bir müzenin fotoğraflarından da olsa tanıklık etmek ruhumu yorunca tarih kitaplarının ilgili bölümlerini açtım. Ardından, bilgisayarın düğmesine bastım. Okudum… Okudum… Okudum…

Avrupa’da 1811’den sonra yetmiş milyonun üzerinde insana hükmeden, Osmanlı vilayeti Mısır’a düzenlediği askerî sefer sayesinde oranın haritalarını yaptırıp uygarlığını tüm dünyaya tanıtan, Fransa Akademisi’nin benzerini Mısır’da kurduran, Fransa’ya Fransızlığını kazandıran bir adam… Ve böyle bir adama, düşündüklerini açıkça söyleyebilen belki de tek kişi: Josephine! Napolyon’un karısı, imparatoriçesi ve her daim saplantısı olan Josephine! Yüzüne karşı “Bensiz bir hiçsin sen, hiç!” diyebilen kadını seven, delice seven, belki de sahip olduğu onca şatafatlı unvana rağmen aslında kim olduğunu kendisine unutturmadığı için, o kadına uçsuz bucaksız bir hayranlık besleyen adam…

“La France… L’armee… Josephine…”

Ölüm anında, yüreğin çatlağından belli belirsiz dışarı sızan o üç kelime…

Josephine… Josephine… Josephine…

Fransa kadar önemli, Ordu kadar vazgeçilmez olan Josephine…

Sonsuza kadar Josephine…

17 Yorum

  1. Mehmet Güneş i

    Yazını okuduktan sonra ilk işim filmi izlemek oldu. Müziklerini beğendim, kostümlere bayıldım. Olay örgüsü anlatımını pek başarılı bulmadım ama renk paleti ve savaş sahneleri müthişti. Seyirciyi alıp, o döneme götürebildi bence.

  2. Emine Başar

    Değerli Kübracığım, yazını okuduktan sonra filmi görmek, arzumuzu gidermek için sınama da Napolyonu izledik.
    Onun için yorumum gecikti.
    Sana çok teşekkür ediyoruz. Her zaman ki gibi etkileyici kaleminle bizleri tarih de yaşanan savaş ve aşk ikisi bir arada bu kadar güzel anlatılan bir filme bilerek veya bilmeyerek yönlendirdin.
    Kalemin yorulmasın, emeğine yüreğine sağlık.
    Çalışkan bal arısı gibisin.
    Seviyoruz seni.
    Emine & Şerif Başar

  3. Mehmet Günes

    Harika olmuş!!! 2000’li yıllar boyunca en büyük eğlencelerimden biri, Oscar gecesi NTV karşısında; Sevin Okyay, Alin Taşçıyan gibi sinema yazarlarıyla töreni izlemekti. O filmleri daha sonra izlediğimde, o gece yapılan yorumlar bir nevi kılavuz idi benim için.
    Bu harika eleştiri yazın da o lezzeti bıraktı bende.
    Sen hep yaz, e mi?

  4. Perihan Erengüç

    Emeğine sağlık Çiğdem’cim. Benim de Napolyon hakkındaki bilgim genç kızken okuduğum Desiree adlı romandan kaynaklanıyor.Romanda Josephine’e olan aşkından bahsediliyor.Yazın bende bu büyük komutanın başarılarını ,başarısızlıklarını ve büyük aşkını öğrenmek için filmi seyretme arzusu uyandırdı.

  5. İrem Konca

    Soluksuz okudum, ilk fırsatta filmi izleyeceğim… tatihi filmlerdeki gerçek & kurgu ilişkisi konusundaki gözlemlerine katılıyorum, Çiğdemim; sinema sanatının büyüleyiciliği de yönetmenin, bu ilişkiyi kurabilme maharetinden kaynaklanıyor bence…
    Ve aşk… milyonlara hükmetmiş bir adamın ölüm döşeğindeyken ağzından dökülen son sözcüğün, sevdiği kadının adı olması… o kadar etkileyici ki, yaşama anlam katan ve kaçınılmaz son olan ölüme varıldığında, akılda en son kalan… aşksız geçen bir hayat hiç yaşanmamış bir hayattır… beni derinden etkiledi satırların, sağol, varol…

  6. Yine doyamadığım bir yazı. İnsanda filmi derin derin izleme isteği uyandırıyor. Ellerinize sağlık Hocam.

  7. Mine Aksoylu

    Harika bir anlatım.Satirlarda yalnızca seyretmedigim bir filmi izlemekle kalmadım,bir belgesel yada sayfalarını öğrenme merakiyla hızlı hızlı çevirdiğim tarih ansiklopedisini okurken buldum kendimi.Bir yaziyi okurken ayni zamanda yeterince derinine bilmedigim konularda bilgilenmek ,satirlarinda bir ogrenci edasiyla merakla okumak ,en buyuk keyfim oldu. Uslubun bir harika canim.Her yonden etkiliyorsun okurlarini.Onurlu bir kadının dik duruşunu ,karşı cinsindeki etkisini,etkilediği ,aşık olunduğunda ne saltanatlar, ne kralliklarin,diz çöktüğünü bedel ödendiğini anımsadım.Simdi ise bir ask filmiydi izledigim.Harika bir anlatım ,yine ordan oraya götürdü beni.Artik sabırsızlıkla bekler oldum bu sefer ne yazmış degerli yazarım diye…. Kaleminin mürekkebi hiç mi hiç kurumasın canim.Ķeyif aldım yanaklarindan opuyorum Çiğdem Çiçeğim.

  8. Sosi Antikacıoğlu

    Görmemeye karar vermiş olduğum bir film konusunda fikrimi değiştirttiniz Çiğdem Hanım, harika yazınız için tebrik ederim. Belli ki görseli müthiş bir film olmuş. Ben de Napolyon’u onlu yaşlarımda Desirée romanıyla tanıdım ve kendisini sevmedim. Yirmili yaşlarımda ise bir Tolstoy hayranı olarak Savaş ve Barış’taki Napolyon’dan nefret etmiştim. (Yazınızdan yönetmen Borodino sahnelerinde Tolstoy’dan esinlenmiştir diye düşünüyorum.) Sonra Mısır tarihine merak sarınca ne kadar önemli işler yaptığını fark etmeye başladım ama çok da araştırdım sayılmaz. Bu film bana yeni kapılar açacak belli ki.

  9. Esin Arkan

    Yine akıcı ve harika bir anlatım, senin yazılarını okumak büyük keyif veriyor. Film hakkında da aşağı yukarı aynı düşünüyorum, belgesel olmadığı kesin, izleyici bunu düşünerek izlemeli.

  10. Seval Baykal

    Her zamanki gibi akıcı üslubun filmi izleme isteğini depreştiriyor. Sen hep yaz sevgili Çiğdem’ciğim…

  11. Tülay Kahraman Genç

    Her zaman ki gibi devamını beklediğim akıcılıkta, her açıdan baktığını hissettiren detaycılığında bir yazı olmuş.

  12. Necati Hakoğlu

    Filme dikkat çektirecek bir yazı olmuş. Napolyon gerçekten araştırılması ve incelenmesi gereken tarihi bir karakter.. Kalemine sağlık..

  13. Mesut Coşkun

    Eline sağlık Çiğdem, sürükleyici ve filmi seyretme arzusu uyandıran bir yazı. Napolyon ve o dönemdeki devlet ve savaş teması yanında ilginç detaylar var. Filmi izleyeceğim…

  14. Nusret kantarcı Fısher

    Yazı her zamanki gıbı çok sürükleyici… Film konusunda seyretmedıgım için yorum yapamayacagım.Ancak Josephinin yerinde olmak ısteyecek çok kadın vardır dıye düşünüyorum! O ne buyuk bir ask !

  15. Mustafa Atalay

    Akıcı, sade bir dille yazılmış yazı. Emeğine, gönlüne sağlık. Film ve Fransız tarihini bilmediğim için yorum yapamayacağım. Affınıza sığınırsak kısa keseceğim. En içten dileklerimle.

  16. Füsun Sunter

    Her zaman olduğu gibi çok güzel bir yazı,keşke biraz daha uzun olsaydı dedim bittiğinde…

  17. Filiz Arıtan

    Bu Napolyan hakkında 15 lerimde okudugum bir roman vardı Desiree O fikrim. Depişmiyo nedense hiç

Bir yorum Yaz