
Kendini boşuna harcamış olur insan
Dilediğine erer de sevinç duymazsa.
Yıktığın hayat kendininki olsun daha iyi,
Yıkmakla kazandığın şey kuşkulu bir mutluluksa.
William Shakespeare, “Macbeth”
“Toyluğun ya da hep toy kalmanın en büyük göstergesi nedir?” diye sorsalar şimdiki bana -zaferlerin coşkusuna ve yenilgilerin burukluğuna eşit derecede alışık olan şu anki Çiğdem’e- “Kazanmaya tutkun olmak,” derim şüphesiz. Bu tutkunun ateşini düzenli aralıklarla harlarken elde edilen başarıları abartmak ve başarısızlıkları küçültmek de, hep “küçük” kalmanın diğer belirtisi bence.
Bir eroinman gibi kazanmaya bağımlı olmaya görsün insan, ondan daha güçlüsü, daha yenilmezi, daha ölümsüzü yoktur artık. Sokaktaki adam için “kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi” de odur şimdi, kütüphane müdavimi için “lanetlenerek, koskoca kayayı tepenin zirvesine kadar yuvarlamaya mahkûm edilen Sisifos” da. Kazandıkça ego şişer, ego şiştikçe kaybetme olasılığını ağzına bile almaz olur. “Güç zehirlenmesi” dedikleri zıkkım, tam da böyle bir şeydir işte. Yavaş yavaş esir alır kurbanını. Yavaş yavaş akmaya başlar onun damarlarında. Kazandığı her zaferle kendinden daha çok geçerek şampanyasını fışkırtır kurban. Şirazesi iyice kaymıştır artık. Tarih, oyun parkı olmuştur kendisinin.
Eskiye göre daha mı az kaybediyorum? Hayır, daha az kaybetmiyorum. Kaybedeceğim yarışları -en azından büyük bir kısmını- öngörebildiğim kıvama geldim sadece, hepsi bu. Mücadelelerimde daha seçiciyim artık. Huzurun; kazanmaktan da, haklı çıkmaktan da (ellisine merdiven dayamış bir kadın olarak, en azından) çok daha önemli olduğunun bilincindeyim. -Bazen sadece ben vazgeçtiğim için- elde edebildikleri, kum tanesi büyüklüğündeki çıkarlarıyla baş başa bırakıyorum insanları ve “Alın o ufak düşünen akıllarınızı da, sektire sektire gidin!” diyorum içimden. Ama uzun zamandır açıkça dile getirmiyorum bunu çünkü biz ölümlülere dair, yıllar önce fark ettiğim bir gerçek var: 21. yüzyıl menfaatçilerin değil, onlara menfaatçi olduklarını söyleyenlerin suçlandığı bir dönem. Hırsızların değil, “Hırsız var!” diye bağıranların çarmıha gerildiği; ikiyüzlüler yerine, ikiyüzlülüğe tahammül edemediklerini söyleyenlerin yargılandığı böylesine b.ktan bir çağda bilgeliğin yolu, yanlışların ve yanlış insanların yanından olabildiğince çabuk şekilde uzaklaşmaktan geçiyor. Haykırmak; bağıra bağıra, içindekileri kusa kusa, ciğerlerin sökülene kadar haykırmak akıldan, akılcı olmaktan o kadar uzak ki şimdi…
Küçükken çok sevdiğim, “Jack ve Sihirli Fasulye Sırığı” diye bir masal vardı. O masalın dinlemekten hiç sıkılmadığım kısmı da Jack’in fasulye sırığı üstünde tırmandıkça tırmandığı, yükseldikçe yükseldiği satırlardı. O tırmandıkça fasulye sırığı uzuyor, o tırmandıkça sırığın sonu gelmek bilmiyordu. Ve nihayet, kendisini bir bulutun üzerinde buluyordu Jack. “Senin ne işin var burada? Niçin üzerimde tepiniyorsun?” diye kükreyen bulutun karşısında kekeleyip duruyordu: “Ben burayı merak ettim de. Sadece merakımdan buradayım, inanın. Başka bir amacım yok.”
Dünya; fasulye sırıklarının zirvesine varmak için ayakları yerden kesilenlerin, ona buna dirsek atarak bulutların üzerinde tepinmekten kendini alamayanların dünyası… Aşağıda kalmayı tercih eden, fasulye sırığının yanına bile yaklaşmayan insanlar ise; hayatın sırrına nail olmuş bir avuç seyirci sadece. Fasulye sırığının altında kalmanın da, üstüne çıkmanın da saçmalıkta birer dünya markası olduğunu sadece onlar biliyor. Asıl önemli olanın, o fasulye sırığını ortadan kaldırmak olduğunu sadece onlar düşünüyor.
Altı üstü on metrelik, dikişsiz, beyaz bir bez parçası ile üç arşınlık bir çukur… Mermerden, granitten veya ahşaptan (Ne fark edecekse?!?) bir mezar taşı… Bütün galibiyetlerin, hezimetlerin, hırsların, yenilen ve yenilmeyen kul haklarının, yaşanmışlıkların ve yaşanmamışlıkların, servetlerin, yoksullukların gelip dayandığı o kaçınılmaz sınır…
Vah zavallı Yorick! Ben tanırdım onu, Horatio, şakalarının tadına doyulmazdı; ne ince hoşlukları olan bir adamdı. Kaç kez sırtında taşımıştır beni. Şimdiyse ne iğrenç geliyor bana! Yüreğim bulanıyor baktıkça. Şurasında dudakları vardı, kim bilir kaç kez öptüğüm. Nerede o şakaların şimdi?
William Shakespeare, “Hamlet”
20 Mayıs Cumartesi
Bu blog yazısı; çevrim içi aylık kültür, sanat ve edebiyat dergisi “Mikroscope”un 23. sayısı için yazılmıştır.
1974, Ankara doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldum. Yüksek lisansımı Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptım. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldım. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldım. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladım. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğum Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulundaki görevimi sürdürmekteyim. Ayrıca, üç Javier Cercas romanına ve Mary Renault tarafından kaleme alınan “Büyük İskender Üçlemesi”ne emek vermiş bir çeviri editörüyüm. Kurucusu olduğum Kitap Kurtları Kulübü ile ilgilenmeyi ve gerek kendi edebiyatımızdan gerekse dünya edebiyatından isimlerle yaptığım röportajları, yazdığım denemeleri blogumda paylaşmayı seviyorum.
Kendimle ilgili, öz geçmişimde yer alan nesnel bilgiler bunlar. “Ben kimim?” sorusuna vereceğim öznel cevaplarım ne derece doğru olur, taşıdığım etiketlerin kaçını burada bir çırpıda sıralayabilirim, bilmiyorum. Dolayısıyla sadece şunu ekleyip konuyu kapatmayı yeğliyorum: Okumayı, yazmayı, araştırmayı, öğrenmeyi, sorgulamayı, seyahat etmeyi seviyorum ve bazı insanlara rağmen hâlâ “insan” kalmaya çabalıyorum.
27 Yorum
Çok güzel bir anlatim olmuş Çiğdemcim kalemine sağlık biz hala sırığı asamadik.
Her yazını sindirerek ve büyük keyifle okuyorum. Kalemine ve yüreğine sağlık.
Çiğdem’ciğim yazını 2 kez okudum ; o kadar güzel anlatmışsın ki aynı cümleleri tekrar tekrar kafama yazayım diye. Okurken işte bu deyip durdum kendi kendime. Düşüncelerine, ellerine sağlık.
Çok gerçek ve düşündürücü bir yazı olmuş yine. Teşekkürler…
Dokunuşlar yerinde,
yazdıkça yazası gelir insanın. yazdıkça da insanın kalemi güçlenir..
kalemine kuvvet..
sevgiler
Cok guzel bir anlatım.Ne kadar da gercek.Anlayana…Dünyadaki yaşam süresinin ,sırf kendilerine özgü bir ömürle ,hiç bitmeyeceğini sanip ,elde ettiklerinin daha da fazlasını ;maddi ,manevi ,sanki hersey sonlandiginda ,goturebileceklermis gibi bir yalan dolan karmaşasında ,yarınlarımız için yaristayiz…Bizler hayretle ,sagduyuyla izliyoruz….Güç zehirlenmesiyle olusan bu hırs nasıl bir şeyse , dünyanın Sultan Suleymana bile kalmadığını unutup ,bir ayakları çukurda ama dini alet edip kandirarak,milletin kaderiyle oynamaya devam edenlerin, helallikle arinacaklarini sanıp , yarınlardan umut bekleyen bir milletin yine de direnişini,bilhassa Atasindan miras kazandiklari haklarini asla teslim etmeyeceklerini gorecegimize inandigim bir zaman dilimindeyiz. Tarih tekerrürden ibarettir. Ozgurlugunden hicbir zaman vazgecmeyen bu millet ,Ata’sindan örnek alarak, “Umutsuzluga yer yok! “deyip aydinlik ,iyilik,guzellik,sevgi ve dürüstlük ve bilhassa özlediği Adalet isiginda, karanlıkları yenecektir.Umudumuz Gençliktedir. Ellerine emegine saglik Çiğdem Çiçeğim.Yarama dokundun.Ama ilacım senin gibi genç kalemler , Aydınlar olacaktır.Kalemine saglik ,kalemine kuvvet canim.Yazmaya devam….Kaleminin mürekkebi hiç mi hiç kurumasın canim kizim.
Güzel, özel bir konu, anlayabilenler! Ama bir kısmı bakar kör, bir kısmın da celladına aşık. Sözün özü ne dersen de, ne yaparsan yap anlamazlar. Yine de bizler görevimizi yapalım. Yangına damlayla su taşıyan karınca misali! Güzel gönlüne, başarılı kalemine kuvvet!!!!
Yine güzel, yine özel bir konuya değinmişsiniz. Gönlünüze, kaleminize kuvvet….
Yorick! 🙂
Pek modern çağımızın , en ama en modern hastalığını ne de güzel anlatmışsın. Gerçi tarih; bu zehirlenme ve akıl tutulması vakaları ile dolu ama kariyer hırsından, öğle yemeğine beraber çıktığı mesai arkadaşıni ezmekten imtina etmeyen sözüm ona modern tipler de kendi küçük toplumsal tarihimizi yazmiyorlar mi? Ve bu zehirlenmeye bı de Türkiye usulü arada kalmışlık ve daha kötüsü aşağılık kompleksi katılınca, ortaya k…muk gibi bir bulamaç çıkıyor.
Hem baştakiler, hem en sondakiler tam da bu bulamacın bileşenleri. Ne eksik, ne fazla…
Sinirlendim yine…
Ellerine sağlık Çiğdemciğim , çok beğendim yazını.
Şu distopya zamanlarımıza rağmen “gücendirmeyin güç” ütopyamıza sarılmaya devam.
Sevgiler.
Böylesi güzel yazıları daha çok kişi okuyabilmeli diyorum. Dolu dolu bir yazı hiç bitmesin istedim. Teşekkürler
Çiğdemciğim, yazın yine muhteşem.
Bilincine sağlık. Sanki yazmak için doğmuşsun.
Okumaya doyamıyor insan. Kalemin yorulmasın, yüreğine sağlık.
Hayat koca bir illizyon uzun zamandır dünya için…Ve sen bu illizyonu yine harika anlatmışsın, herkesin kendini illizyonu kadar anlayacağı.
Eline sağlık Çiğdemcim.
Yine çok güzel yazmışsın yüreğine sağlık sevgiler.
kalemine,yüreğine sağlık..
Akıcı, düşündürücü ve etkileyici.
Akıl tutulması yaşadığımız/aklımızı kaybedip son çığlıklarımızı attığımız şu günlerde kaleminiz yüreklerimize dokunup hafızalarımızı tazeleyip ince bir iç çekişle ciğerlerimiz doldu yine … kaleminiz hiç susmasın Bu yazıyı bilhassa herkes okusun okuttursun ..
çığlıklarımızı duymayan, mükemmel, tavan egolarıyla duymayan kulaklar için nasıl güzel bir had bildirici /o gücü yerle yeksan edici bir hatırlatma olmuş ama
İnce bir zekanın; şu lanet günlerimizi nasıl anlattığının kaleme dökülmüş hali… Nasıl da söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi dile getirmişsin; çok net akılda kalıcı. Dilerdim ki; herkes bu yazıyı okusun, bir önüne baksın ve düşünsün……!
Çiğdemciğim, nasıl güzel analojilerle dünya klasiklerinin içinden harmanlamışsın her zamanki gibi öngörülü yazarların ifadelerini ve mitolojik kahramanların insanlara gösterdiği yolları, rehberliğini. Fikrine kalemine GÜCÜNE SAĞLIK! Çok keyifle tazeledim Shakespear ustanın anlatmaya çalıştıklarını. Velhasılı kelam, dünya durdukça tarih hep tekrarlamış kendini, huzuru bulabilenler de ancak bu ustaların rehberliğindeki öngörüleri sindirmiş olanlar oluyor sanırım, arkadaşım. İYİ Kİ EDEBİYAT diyorum!
Yine harika bir yazı okudum.Tebrikler Çiğdemciğim. Kalemine,yüreğine sağlık.Sevgiler
Türkiye ‘miz bu aralar zor bir süreçten geçiyor. Yaşanan bu günleri , tüm detayları ile ne güzel analiz etmişsiniz.
Yüreğinize, emeğinize sağlık. Kutluyorum mahir kaleminizi. Huzurlu akşamlar, selamlar, sevgiler, ESENLİKLER dilerim.
Bu Yolrickin edebiyatçılardan çektiği ndir?:))Başı sıkışan ona sarıyor.Bir Hamlet’te karşımıza çıkıyor bir bakıyorsunuz Tristram Shandy’de.Orada da kalmayıp bizim Olric oluyor.Olric’ler ölmez.Biz ne oluruz bilmiyorum.
Gündem ve Türkiye halleri bir yana..
Son iki yıldır benim de hislerim ve çoğu dünyevi meselelere hissizliğim 3 arşın ve 10 metre ölçeğinde.. Ya 50’e basamaklar kaldığından ya da hayatın olgunlaştırdığından..;)
Ha bu arada çok severdim ben de Jack ve Fasülye Sırığı’nı yaşdaşlık mı deseeemmm algıdaşlık mı bilemedim..:)
Analizin tam onikiden vurmuş. Kim zavallı acaba? Sırıktakiler mi, aşağıdakiler mi? Bunun yanıtını bilen kaç kişi var?
Beynine sağlık, kalemine kuvvet Çiğdem.
Tam da gündeme dokundurmuş yazın.Çok güzel
Yine gündemi yakalayan,ince zekâ eseri müthiş dokundurmalar.Yazmayı sakın bırakma,çünkü huzur sadece onda.