Arama Sonucu:

Edebiyata dair yazmanın benim için zorluğu, ne yazacağımdan çok nasıl yazacağımı bilememekten kaynaklanır. “Şöyle yazayım, bunu ekleyeyim,” derken yazı; bilgiçlik taslayan, samimiyetten uzak, amacından sapmış, karman çorman bir şey gibi gözüme görünmeye başlar. Yazdıklarımı başkalarının okuyacağını düşününce kendimi baskı altında hissediyorum. Okuru hayal kırıklığına uğratmaktan mı korkuyorum, başarısız olmaktan mı, bilmiyorum. “Her ikisi de,” diyebilirim ama bunun, kendimle hesaplaşmaktan kaçış olduğunu da görebiliyorum. Üzerimde zaten yığınla başarısızlığın yükü var. Kimini bahanelere sığınıp savuşturuyorum ama çoğunun ardındaki ezik ‘ben’i hemen tanıyorum. Tuhaf olan, beni ezikliğimle tanıştıran başarısızlıkların aynı zamanda edebiyatla buluşmamı sağlamış olmaları.      

“Şu hayatta başladığım bir tek şeyi bile dört dörtlük yapıp bitirdim,” diyemem. Mezun olalı kırk yıl oldu ama rüyalarımda hâlâ kendimi üniversiteden atılırken görürüm. Ortaokulda da basketbol takımına girmiştim; hoca hiçbir maçta beni iki dakikadan fazla oynatmamıştı. İçimde ukdedir. Çalıştığım her işten atıldım. Başarılı olduğumu zannettiğim anlarda hayat arkadaşım, ona yeterince zaman ayırmadığımı görüp üzülürdü. Neresini yamasan öte yanı koyveren bir hayat… Sıkıcı, boğucu… Çoğu zaman katlanma gücünü bulup bulamayacağımdan bile emin olamadığım… Eğer hayat deneyimi buysa, bu deneyim benim için çoğu zaman travmaların ucunda sallanan bir parça olmaktan öteye geçmemiştir. Bu kısır döngü içinde edebiyat; benimki gibi sıkıcı, boğucu olmayan başka hayatlar olduğunu, olabileceğini görüp bağlandığım sığınak oldu. Bana kendi hayatımı unutturan; oyalandığım bir eğlence, bir kaçış, bir yoldan çıkma idi. Dolayısıyla benim gözümde edebiyat, her zaman günlük rutinden kaçışı barındırır. Bu durumun sadece bana özgü olmadığını, edebiyatı ayakta tutan şeylerden biri olduğunu da zamanla öğrendim.   

Karakterlerin yerine kendimi koyduğum maceraların hazzı, bende hâlâ devam ediyor. Olayların ya da karakterlerin gerçek olup olmadığının önemi yok. Tamamen hayal ürünü, uydurma, hatta saçma olması daha da iyi çünkü ben her gün bir biçimde yüz göz olduğum politikacı, patron, öğretmen ya da musluk tamircisi kimlikleriyle hayatımı tımarhaneye çevirenleri düşünmek yerine, okuduğum romanda dev cüssesiyle olağan dışı güçleri olduğu da ihtimal dahilindeki bir kaplan terbiyecisinin aslanlara karşı duyduğu katıksız akıl dışı nefreti ya da bir zombinin, ruhunu huzura kavuşturmak için çürümüş bedenini akbabalara didikletme arzusunu düşünmeyi tercih ederim.  

Çocukken annemden dinlemeyi en çok sevdiğim masal Çizmeli Kedi idi. Çizme giyen bir kedi ha! Her fırsatta o masalı anlattırırdım anneme. O da beni öyle susturabildiği için anlatırdı ama sıkıldıkça, masalda ufak tefek değişiklikler yapmaya başlardı. Masal yeni detaylarla genişler, daha da keyifli hâle gelir çünkü içinde sadece çizmeli kedinin değişmediği bir masal, başka bir masala dönüşürdü (Bütün büyük yazarların edebiyata yönelmelerindeki ilk ilham kaynaklarının 1001 Gece Masalları olduğunu söylemeleri tesadüf değilmiş demek!) çünkü ben annemin masala eklediği her detayı, bir kediyle bir çizmenin ancak hayalimde buluşabileceği, o iç içe geçmiş saçmalıklar ve gerçeklikler dünyasına yerleştirirken hem dünyayı hem de annemin o dünyaya bakışını tanırdım. Çocukların en sevdikleri saçma masalları ebeveynlerine sürekli anlattırma inadının, bulundukları en güvenli noktada dünyayı ve ebeveynlerini tanıma ihtiyacının dışa vurumu olduğu kimin aklına gelir, değil mi? “Masal çocuklar için öğreticidir” lafı klişe olmuştur olmasına da, ya o masallar çocukları hakkında büyüklere ne öğretiyor? Çocukların, ancak ileri yaşlarda dış dünyayla güreşmeye başlayınca hayatı tanıyacaklarını zannettikleri, küçüklüklerinde ise masala başlayınca on dakika içinde uyumalarını bekledikleri yaratıklara sahip olduklarını mı?

Bir de babaanneme sürekli anlattırdığım hikâye vardı: Eşkıyalar falan varmış, sonra zabitler bunları yakalamış, onları hükûmet konağının kapısına asmışlar falan… “Sen gördün mü?” diye sorardım. “Gitmeye korktum,” derdi ama panayıra patates, soğan, kaz, tavuk almaya o gider, ben de peşine takılırdım çünkü dönerken at arabası kiralar, onun yolu da mecburen hükûmet konağının önünden geçtiği için ben merakla kapıda asılı eşkıya var mı diye bakar, sonra da ayaklarımı yerden kesen at arabasının arkasında tekerlek seslerini, at koşturan eşkıyaların nal sesleriyle hayalimde karıştıra karıştıra eve dönerdim. Babaannem, her panayırda at arabası kiraladığı ve hükûmet konağı önünden korkmadan geçebildiği (korkuyorsa da zaten geçmeyeceğimiz) için dünyanın en güvenilir babaannesiydi. Dünyanın en büyük kabalıklarını, onun narin ruhunda eğeleyip yumuşattığı anlatısında öğrendim. Onun yüzünden de annemden az dayak yemedim. Ayakkabılarımı suya şap şap basınca “Annen gücenir,” derdi. Ben de, o fiilin benim için caydırıcı bir gücü olmadığından şap şap basmaya devam ederdim. Soba maşalarının yakıcı gücünü de öyle öğrendim. Şimdi hatırlarken bile gülüyorum[1]. Babaannemin anlatısının bana hep keyif veren ve tabii ki güldüren bir kimliği vardı. Ben edebiyatı, hep bu güven veren (ve yatağımda ya da anamın kucağında gibi bir o kadar inandırıcı) kurmacası ve gerçekliği iç içe geçmiş hâliyle sevdim çünkü o anlatıda hep bir bayram, şenlik havası, –ecnebi dünyasını da bilirmiş gibi lügat paralarsak- bir ‘kimlikler karnavalı’ vardı…

 Bana sorarsanız, “Edebiyatı sevmeye bunlar yeter,” derim. Okuyup oyalandıkça, eğlendikçe severiz. Edebiyatın yönteme dayalı incelenmesinin insana daha geniş bir bakış açısı kazandırdığını tabii ki reddedemem ama hepsinin çıkış noktası, ortalama okurun bakışıdır. Dünyaca ünlü eleştirmen Mihail Bahtin, Avrupa halk edebiyatının köklerini ‘karnavalesk’ roman anlayışına bağlarken bunun, o zamanki baskıcı dinî kuralların belirlediği günlük yaşamdan bunalan alt sınıfları birkaç günlüğüne de olsa oyalayacak, eğlendirecek şenlik ve karnaval kültüründen geldiğine işaret eder. O şenliklerde hayal dünyasının (imgelemin), dinin kısıtlarıyla daraltılmış bir dünyanın yerine bolluğun egemen olduğu bir dünyayı geçirdiğini anlatır. Bu da o köylülerin hayal dünyasında, elbette gerçek hayatta gördüğü tohumdan başağın fışkırışına benzer ‘bir’in içinden ‘çok’ çıkmasına özenecekti. Bahtin o imgelemin, varlıkların zıt yönlerini uçlaştırarak yeni kimliklere büründürdüğünü, böylece kalabalıklaştırılmış bir karnaval havası yarattığını anlatır. O birkaç günlük kısacık yoldan çıkma sefası;  ahlaki (o zaman dinî) değerler yerine, her şeyi olduğu gibi yani grotesk görünümleriyle kabullenmeye meyilli bir hayal dünyasını besler. Örneğin, kadın ve erkek üreme organlarının aynı zamanda boşaltım organı oluşundan esinlenip zıtlaştırıcı unsuru, çişini yatağa yapıp üreme faaliyetini tuvalete saklayan kadın ya da erkek figürü yaratmakta kullanır veya bir kral ile bir deliyi, ortak insani özellikleriyle -mesela geğirmelerini, yellenmelerini ti’ye alarak- aynılaştırır, birbirlerinin yerine geçirir.   

 Uçlaştırmadan komik (parodi) çıkar. İnanmayan, aynanın önünde parmaklarını ağzının kenarına koyup iki yana çekiştirsin. Kemal Sunal filmlerde güldüğü zaman hepimizin neye güldüğünü görsün. Güzeli çekiştirdikçe içinden çirkin, çirkini sündürdükçe içinden güzel çıkar (Toplumun çirkinliklerini Kemal Sunal’ın onları ayıplayan ağzından dinlerken, görünüşte çirkin o adam âşık olunacak birine dönüşür, örneğin). Bu işin büyük ustası ise Borges’tir. Olayları ve karakterleri olabildiğince uçlaştırarak gözlerimizin önüne bambaşka bir dünya serer. Bir körün dünyayı görme biçimidir o. Her gün onları gördüğü hâlde o ana dek hiç farkına varmamış bizim gibi körlere rehberlik eder. Bir tarih kitabını roman gibi ya da bir romanı astronomi kitabı gözüyle okuyabilir ve bize onları daha da uçlaştırarak anlatabilir. Olayları, eşyaları, karakterleri uçlaştırdıkça onları gerçek dünyadan, kendi gerçekliklerinden koparıp hayaller dünyasındaki, rüyalardaki gerçekliklerine doğru sürükler. Onun kaleminde, gerçek dünyada sokakta elinde çantası, kılığı kıyafeti düzgün, kolunda şık bir hanımla dolanan bir adam; iki sayfa sonra gece gibi karanlık bir kafeste kükreyen, at gövdeli, uzun saçlı, keçi ayaklı, yarı insan yarı hayvan, göksel bir yaratığa dönüşebilir. Şaşırır, “Şimdi bunun neresi inandırıcı?” diyebilirsiniz.

Peki, burçlara inanır mısınız? Yıldızlı bir gecede, mesela… Ben inanmam ama oyalanmak, eğlenmek için okumuşluğum çoktur ve öğrendiğimde asıl inanamadığım şey, insanın gökyüzündeki sayısız yıldıza bakıp imgeleminde ‘burç’ denilen hayalî şekilleri yaratarak oraya kendi yaradılış hikâyesini yazmış olması. Ne tuhaf, değil mi? Hem gülünç hem şaşırtıcı…

Edebiyat da öyledir. Romanlarda, hikâyelerde en inandırıcı, en gerçekmiş gibi görünen olayların, karakterlerin bile aslında gerçeğin değil bir kurmacanın parçaları olduğunu unutmamakta fayda var. Peşlerine düştüğünüz takdirde bambaşka dünyalar keşfedeceğinizin garantisini veririm.           

[1] Başka hatırladıklarım da var: Sonradan, babaannemin o bazen önünden geçmeye korktuğu, hükûmete ait kimi konak ve saray kapılarında değilse de bodrum katlarında dünyevi kabalıklarla, caydırıcı, yakıcı güçlerle tanışıp kendilerinden önce orada asılı kalmış eşkıyaları düşünerek arada gülümseyenleri, mesela… Onurlu, namuslu, daha iyi bir dünyaya inanmış insanların belki de o çaresizlikte gösterebilecekleri biricik insani tavırla gülümsemişlerdi ama sakın “Masallar öğreticidir” lafına aldanıp o çocukların babaannelerinin tatlı dilinden dinledikleri dünyalarda, lafın gelişi söylüyorum, fareli köyün kavalcısında suya gömülen farelerin aslında ölmediklerini veya insanla birlikte çuvala sokulduklarında ya da kadınların cinsel organlarına dipçiklendiklerinde en azından hemen ölmediklerini sanmayın ki bilmiyorlardı. Bilmeyenler de vardı elbet. Onları kaybettik. Bilenler bilmeyenlere anlattığı hâlde öyle oldu çünkü o koşullarda babaannelerin anlattığı gibi tane tane anlatmak zordu. Onlarla birlikte ölümün soğuk koynunu hissedip kurtulmuşlardan çoğunun ise, sonradan o zorlukları “Elektriği yiyince aydınlandım,” diyecek kadar komikleştirdiklerini de hatırlıyorum. Onun için işkenceyi, orada çekilen acıları anlatan romanları okumam çünkü bana güven veren bir şeyin koynunda ya da karşısındaymışım gibi gelmezler.           

1 Yorum

  1. Edebiyata gönül vermişlerin ve bu gönlünü henüz fark edip yürüyenlerin de, kütüphanelerinin en geniş yerine koyup arada tekrar tekrar düşünerek okuyacağı; gerçekçi ama bir o kadar duygusal kaynak tadında bir yazı, nacizane burada ifade etmek isterim.
    Sizin Çizmeli Kedi masalına hayranlığınız ile 1001 Gece Masallarında buluşmanız ise, araya öyle renkler katmış ki, o renkler kaleminizden bizlere yansıyor. Yüreğinize, kaleminize sağlık.

Bir yorum Yaz