Arama Sonucu:

“Sadece müzikten anlayan, müzikten hiçbir şey anlamaz.”

Hans Eisler

Birkaç gece evvel gene bilgisayarın başında, bir yazının edisyonuyla uğraşıyordum ki, Harzem Hoca’dan uzun bir mesaj geldi. Tam okumaya başlamıştım, ikinci bir mesaj: “Hep siz yazacak değilsiniz ya! Bu da cerrahlığın dışındaki hayatımdan bir bölüm işte.” Gülümsedim. Sonra gene ilk mesaja döndüm. Bir kez daha en başından okumaya başladım. Okudukça daha çok gülümsedim, gülümsedikçe yazarına olan hayranlığım daha da arttı. Umberto Eco’nun, denemelerinde sıkça kullandığı bir tabir olan “Rönesans insanı” geldi aklıma. Harzem Hoca Rönesans insanıydı, evet! Mesleğinin dışındaki başka alanlara da uçsuz bucaksız ilgi duyan, o alanlara da vaktini ve emeğini akıtan, o alanların da uzmanı olmayı başaran, olağanüstü bir insan!

On yıl önce hayatımı kurtaran, Türkiye’nin bu efsanevi onkolojik ortopedistinin bambaşka bir yönünü okuyacaksınız aşağıdaki yazıda. Prof. Dr. Harzem Özger’in, tıbbın dışındaki hayatına, elleriyle yarattığı cennet bahçesine dair satırlarında gezinirken muhtemelen siz de benimle aynı şeyi düşüneceksiniz: “Doğaya çok kıymet veren, yaşama da çok kıymet veriyor. Yaşama kıymet vermeyenden de, başarılı hekim çıkmıyor.”

Hocamın bu yazısını, blogumun “Konuk Yazarlar” bölümüne eklememek olmazdı tabii. Kendisine bir kez daha minnettarım, her zamanki gibi…

Bugün kendimi çok mutlu ve umutlu hissediyorum.

12 Aralık 2023… Yılın son günleri… Çiftliğin terasında, güneşte oturuyorum. Karşıda yüksek Babadağ, tepesinde çok az da olsa beyazlık (Bu dönem hep daha karlı olurdu)… Yapraklarını döken ağaçlar çıplak ama çoğu dökmeyen cins olduğundan genel yoğun yeşillik devam ediyor.

Başlangıçta büyük bir emekle çim olarak ekilen ancak zaman içinde binbir çeşit ot ile her mevsim ayrı açan yabani çiçek karışımına dönüşen, geniş bir bahçe alanı var önümde. Önce bu çimlerin böyle bir dokuya dönüşmesinden kaygılandıysak da sonradan bunun çok da güzel bir dönüşüm olduğuna karar verdik. Bu yeşil halı, sürekli değişen bir renk ve görüntü cümbüşü yaşatıyor bize. Bol bol sarı, mavi hindibalar; turuncu, mavi, kırmızı, eflatun minik mineler; papatyalar; mevsiminde kırmızı gelincikler; yoğunluk içinde fark etmediğim ancak dikkatli bir gezintide “Sen ne güzel şeysin!” diyerek eğilip de uzun süre incelediğim; adlarını bildiğim veya bilmediğim bir sürü ot ve çiçek artık değişmez bitki örtümüz oldu.

Bu örtünün sadece görüntü ziyafeti de yok; bence en önemli görevi kuşlara nefis ve devamlı bir menü sunması. Her mevsim farklı bir bitki tohum dönemine giriyor ve böylece kuşlar için hem taze, yeşil hem de tohum bazlı bir besin kaynağımız oluyor. Hindibalar hemen her mevsim hem çiçek hem de tohum kaynağı. Biçildiklerinde zaman zaman kaybolsalar da hızla yeniden büyüyüp sarı çiçeklere, ardından da rüzgârla dağılıp savrulan ve düştükleri her yerde yeni bir hindiba büyüten beyaz tüy toplarına dönüşüyorlar. Bu tüy toplarının da altı; tüm küçük ötücü kuşların, özellikle de sakaların en sevdiği besin.

Ben burayı aldığımda tüm arazi kayalar, çalılar ve dikenlerden oluşan kurak bir alandı. Doğal olarak keklik grupları ve tavşanlar vardı ancak kuş türleri neredeyse hiç yoktu. Tavşan ve keklikler; komşu dağlarda yaşadıklarından oralardaki avcılık, bilinçsizce kullanılan tarım ilaçları ve iklim gibi bazı sebepler yüzünden artık ne yazık ki yok. Her noktayı yeşillendirdik, göletler yaptık, çeşitli meyve ağaçları diktik. Bugün, gerek insan gerekse yırtıcılar gibi her türlü düşmandan korunmuş, her mevsim ayrı besin kaynaklarına, suya ve barınağa sahip bu alan; içinde pek çok farklı kuş türünü barındırıyor. Bize hiç bırakmadan tüm meyveleri yiyorlar, istedikleri gibi su bulup saklanabiliyorlar, çok çeşitli tohum kaynaklarına sahip yeşil örtümüzde yayılarak besleniyorlar. Bize de mutlulukla onları seyretmek ve dinlemek düşüyor.

Seyir ve dinleme ziyafetimizin en önemli artistleri sakalardı; “-dı” ekini kullanmam aslında bu yazıyı yazma nedenim. Bu noktada çocukluğuma uzanıp saka ile ilgili duygu, düşünce ve anılarımı anlatmam gerek.

Çok küçük yaşlarımdan beri doğanın her parçasına yakın ilgi duydum, doğa hakkında bilgi edinip onunla yakınlık kurdum. İlk hayvan besleme deneyimim altı veya yedi yaşımdayken Eğridir’de başladı. Nefis bir göl ve doğada yaşanan çocukluk… Gölden su yılanı yakalar, kavanozlarda kurbağa yavruları ile onları doyururdum. Türkiye’de akvaryumculuk yeni başlarken elektriğin sadece gündüz olduğu yerde (gece kalkıp su vererek) tropikal balık beslerdim.

Yıllar geçtikçe imkânların artması ve şartların değişmesi sonucu, dünyadaki en önemli gül yetiştiricileri ile yakın dost olup gül yetiştirmekten, en karışık tropikal balıklardan olan discus türünü Tayland’daki üretim çiftliklerinden getirip üretmeye, hiç bilinmedikleri ve bulunmadıkları zamanlarda kendi çapımda genetik kuralları uygulayarak köpek üretmeye, birbirinden farklı türde çiçekleri bulup yetiştirmeye uzanan boyutlara kadar gitti bu tutkum.

En önemli hobilerimden biri, küçük egzotik kuşlardı. Almanya’da mesleki bir eğitim kursuna devam ederken bir evcil hayvan dükkânında görüp, maaşımın neredeyse tümünü verip, dört gün boyunca otel odasında beslediğim, Lufthansa kabininde taşıyıp getirdiğim ve ne yazık ki birkaç hafta içinde tümünü kaybettiğim dört adet Gouldian Finch ile başladı bu yoğun uğraş. Her seyahatimde ve fırsatta bilgimi ve deneyimimi arttırdım, üreticilere ulaştım, internetin olmadığı dünyada kapı kapı adres sorarak gerçek kaynakları buldum.

Salonun köşesindeki bir kafesten, apartman dairesinin balkonunu kapatıp oraya kafes yapmaktan başlayan bu sevda; evimin bahçesinde ısıtmalı, havalandırmalı, bahçeli, tüm gelişmiş şartları içeren büyük bir kuş evi ve üretimhane yapmaya kadar uzandı. Bu noktaya gelinceye kadar Almanya ve Hollanda’daki pek çok üretici ile dost oldum, onları ziyaret ettim, kendilerinden birçok kritik bilgi edindim. Hatta, bu kuşların ana vatanı olan Avustralya-Queensland’a gidip doğal ortamlarında gözlemledim onları. Ancak bir müddet sonra, ciddi bir alerjik kaynak olduklarından ve bizzat içlerinde de bulunmam gerektiğinden bu büyüleyici tutkumu devam ettiremedim.

Daha sonra çiftlikte her tür kanatlı (tavuk, sülün, kuğu, vb.) ve çiftlik hayvanıyla sürdürdüm bu hobilerimi, halen de farklı şekillerde devam ettiriyorum.

Gelelim, yazının başlığı SAKALAR’a…

Kuşları, ötüşleri ve görüntüleri nedeniyle kafeste besleme geleneği dünyadaki tüm toplumlarda mevcuttur. Bu aslında bir kültüre de dönüşmüştür. Çin, Tayland, Vietnam’da yöreye özel çeşitli kuşlar doğadan yakalanarak kafeslere alıştırılır ve tutku ile beslenir.

Asya, Afrika (Akdeniz kıyıları) ve Avrupa’nın da yöreye özgün kafes kuşları vardır. Bunlar yerel olarak bulunabilseler de temelde mevsimsel olarak göç ederler. Örneğin, bizim ülkemiz için ana geçiş dönemleri ekim ve kasım aylarıdır.

İskete, florya ve özellikle saka bu amaçla yakalanan ve beslenen kuş türleridir. Özellikle saka kuşu, Akdeniz’e kıyısı olan bütün ülkelerde tutkunları için sadece bir hobi değil, ortak kültürün temel taşlarından birisi, yaşam tarzı, hayat amacıdır. Bu toplumlarda “kuşçu”, daha doğrusu “sakacı” adı verilen; saka beslemeyi, eğitmeyi, yarıştırmayı; onunla birlikte yaşamayı meslek ve yaşam tarzı edinmiş insanlar olmuştur hep. Sakacılar; kuşlarını gösterip yarıştırdıkları, birbirlerinin bilgi ve deneyimlerini kıskandıklarını gizleyerek paylaşım yaptıkları (bir nevi eğitim merkezleri olan) kahvelerde bir araya gelmişlerdir. Bu kültür ve gelenek, her ülke ve yörede kendine özel koşullarda yıllarca sürdürülmüştür. Artık eğiticisi ve öğrencisi pek kalmamış olsa da sakacılık neredeyse bir bilim dalı, toplumun sanat ve kültür gerçeği olmuştur.

Bundan on beş yirmi yıl öncesine kadar özellikle küçük kasabalarda berber, terzi, kasap, manav gibi esnaf dükkânlarında hep bir saka kafesi asılı olurdu. Kafes bazen örtülü, bazen açık olur; sakanın keyfi yerindeyse birbirinden neşeli, farklı, cıvıl cıvıl nağmelerle şakır da şakırdı. Öyle güçlü, öyle canlı, öyle sevimli öterdi sakalar.

Sakanın bu kadar yaygın ve ortak olmasının birçok nedeni vardı tabii. Yerinde duramayıp oradan oraya sıçrayan, bazen ters dönüp inanılmaz akrobatik hareketler yapan, çağlayan enerjisini o küçücük kafesin içinden dışarı taşıran, neşe ve mutluluk yayan bir küçük güzellikti saka. Sağlıklı ve keyifli ise pırıl pırıl parlayan, kırmızı, sarı, siyah, beyaz ve kremin can alıcı uyumu ile sürekli neşeli, hareketli şarkılar söyleyen bir güzellik…

Sakaların ötüş şekli ve nağmeleri üzerine, neredeyse bir beste defterini dolduracak tanımlar yapılmıştır. Sakanın ötüşü aslında ne bülbül gibi hüzünlü ne kanarya gibi delici ne de florya gibi makaralıdır. Saka aslında ötüşü ile hoplayıp zıplamayı, koşup oynamayı, gülüp şarkı söylemeyi, neşeyi, özetle özgürlüğü anlatır. Bununla ilgili deneyimli ancak büyük çoğunluğu artık aramızda bulunmayan sakacıların sohbetlerine, sosyal medya kayıtlarından ulaşmak da mümkündür.

Sakacılığın bir önemli nedeni de, sakalara kolay ulaşabilme özelliğidir. Evcil hayvan dükkânlarının olmadığı, kanaryaların ithal edilip üretildiği ve bunların parayla bulunduğu dönemlerde saka, doğada kolayca yakalanarak edinilebilen bir kuş olmuştur. Aslında bu da işin en acıklı yönüdür. Sakalar pek çok değişik yöntemle (ökse, kapanca, ağ) sürüler hâlinde yakalanmış, bu esnada çoğu ezilerek, kalanlar ise küçük kafeslere tıkıştırılıp sokaklarda pazarlanarak -azat edilip salınan ve seçilip ayrılan küçük bir bölümü hariç- tümü telef olmuştur. Aslında bu seçilenlerin de ne kadar ve ne oranda yaşayabildikleri, tartışmalı bir konudur. Sakasını yaşamının bir parçası kabul edip onu çok dikkatli, doğru, özenli ve en önemlisi sevgiyle besleyip yıllarca yaşatan gerçek sakacılara bir sözüm yok ancak kendi deneyimlerim de dâhil olmak üzere gözlemlerim, doğada tutulan sakaların tamamına yakınının yaşatılamadığıdır. Bence bunun temel nedeni sakanın, özgürlüğün ta kendisi, doğanın şen şarkısı, dikenlerin akrobatik süsü olmasıdır. O küçücük saka; kafesinin içinde tükenmez enerjisi ile zıplayıp dursa da, neşeli şarkılar söylese de yaşam enerjisi özgürlükte ve doğada saklıdır. Ne kadar özen gösterirseniz gösterin, özgürlüğü elinden alındığında bu küçük güzelliğin enerjisi bir müddet sonra tükenecektir.

Benim, saka ile olan ilişkime gelince…

Eğridir’de, ilk doğa deneyimlerimi yaşamaya başladığımda dikkatimi çeken; pek çok yerdeki kafeslerde cıvıldayan, rengârenk sakalar oldu. Ben de istedim tabii bunlardan. Babamın arkadaşlarından Hulusi Binbaşı, gerçek bir sakacı idi. Bana en doğru seçimin, henüz yeni renklenen yavru yakalayıp onu beslemek olduğunu, onların uyum sağlayıp yaşama şansının daha yüksek olacağını söyledi. Bekledik. Mevsimi gelince Hulusi Amca pek çok saka yakaladı, aralarından birkaçını seçip diğerlerini saldı, güzel bir yavruyu kafesiyle bana hediye etti. Gerekli bilgileri verdi. Cereyandan (rüzgâr akımı) korumam gerektiğini ve yemleme, sulama, temizleme, altına kâğıt serme gibi işleri anlattı. Onun gözetiminde ilk sakamı edindim. Ancak ne yazık ki, tüm gayretime rağmen bir müddet sonra sakam öldü. Birkaç kez daha denediysem de başarılı olamadım. Sonraki hayatımda hep çok dikkatli, özenli ve coşkulu bir saka gözlemcisi oldum. Zaman zaman doğadan bizzat tutma ve besleme deneyimlerim oldu. Yakaladıklarımı hep saldım, beslemeye çalıştıklarımı da ne yazık ki uzun süre yaşatamadım.

En son deneyimim; kuş evimin dış bahçesinde, doğayı en fazla taklit edebildiğim yerde bir grup saka beslemek oldu ancak uzun süre yaşasalar da tek tek öldüklerini gördüm, kalanları da tekrar doğaya saldım. Bunca yıl sonunda vardığım sonuç şu oldu: Doğadan yakalanan sakaların tutsak yaşamda uzun süre yaşayamadıkları, kafeslerde bir şekilde üretilen ve zaman içinde bu tür yaşama adapte edilen sakalarla kafeste saka besleme zevkinin sürmesi gerektiği.

Bugün mutasyonlar da dâhil olmak üzere, saka üreten birçok başarılı üretici var. Bu kuşlar kanuna uygun olarak bulunup kafeslerde beslenebiliyor. Sakacılık da bu şekilde günümüzün şartlarına uymak durumunda.

Doğrusu ve özeti şu: Saka özgür doğaya aittir; tüm özellikleri ve güzellikleri orada ortaya çıkar; doğada izlenmeli, dinlenmelidir.

Gelelim son bölüme…

Tanrı bu yürekten dileğimi duymuş olmalı, çiftlikte böylesine mutlu ve keyifli bir tablo yakaladım. Birkaç çift yerli saka, çiftliğe yerleşmişti. Her mevsim iki ya da üç kez yavruluyorlar, yavruları ile birlikte ben havuzda yüzerken gelip su içiyorlar, yıkanıyorlar, oynaşıyorlardı. Büyük bir keyifle onları izliyordum.

Derken saka sürüleri, bahçenin hindiba tohum tarlasını keşfetti. Bu ortamı bulan sürüler muhtemelen göçten vazgeçti ve burada kaldı. Artık bazen mutfak penceresinden, bazen salondan, soğuk havaların parlak kış güneşinde bile şen cıvıltılarla hoplaya zıplaya önümdeki geniş yeşillik ve tohum tarlasında beyaz hindiba toplarının lezzetli tohumlarını toplayan saka sürülerini zevkle izleyebiliyordum. Sakaları özgür ortamda, birkaç metre önümde izlemek ve dinlemek mutluluk ve ayrıcalığına ulaşmıştım. Özellikle Covid döneminde, çiftlikte geçirdiğim günlerime renk kattılar.

Bu yaz havuz ziyaretçilerimin gelmediğini fark ettim önce. Özellikle baktım, bekledim ama gelmediler.

Sonra hindiba toplarının artık yenip bitmediğini, öylece beklediğini gördüm. Çiftlikte her tür meyve, tohum, su vardı; üzerlerine kondukları ağaçlar, yayıldıkları yeşillik ve tohum tarlaları, her tür kuş, karatavuk, bülbül, ispinoz, baştankara, adını bilmediğim pek çok tür aynen buradaydı ama sakalar yoktu. Giderek artan bir dikkat ve özlemle her gün, her uçan kuşun, bahçeye konan her hareketin arkasından merak ve umutla baktım. Ama heyhat, sakalar yoktu!

Haberleri araştırdım. Yasak avcılık, yakalanan sakaların salınması vb. yıllardır var olan haberler… Bunların hepsi, tabii ki giderek azalan saka nüfusu için bir sebep. Ama bu toptan bir kayıp. “Tarım ilaçları, yasak avlanma” desek benim çiftliğimde korumam altındaki yerleşik kuşlara ne oldu peki?

Anlayamadım. Giderek artan bir takıntı oldu bende bu. Değişik yerlerde konuyu açıyorum, yerli halkla konuşuyorum ama ne yazık ki, yıllardır bölgenin süsü olmuş bu kuşun, adını ve varlığını bilen bile yok. İnsanların ilgisizliği, bilgisizliği, bencilliği ve sorumsuzluğu yüzünden her gün kaybolan, doğanın pek çok parçası gibi, sakalar da onları hiç ilgilendirmiyor.

“Acaba,” diyorum, “ekim ve kasım geçiş dönemi mi? Sakalar sonra gelir mi?”

Ekim, kasım geçiyor. Gözlerim sürekli çevreyi tarıyor. Yok, yok! Bütün kuşlar burada ama sakalar yok! Artık umudum da pek kalmadı. Ne yasak avlanma ne senelerdir kullanılan tarım ilaçları ne de avcı kuşlar, böyle bir toptan yok olmanın sebebi olamaz.

Sakaları bulan özel bir hastalık grubu mu? İklim değişikliğinin, özellikle onların yaşamını engelleyen bir sonucu mu?

Sonuçta, tarih boyunca var olup kültüre ve yaşam tarzına yön vermiş bir türün yok oluşu bu. Çok acı, kabul edilemez.

Derken, güneşli bir kış günü, dışarıda kahvaltımı yaparken o alışık olduğum, özlemle beklediğim, dalgalı, sıçrar gibi inişli çıkışlı uçuşu görür gibi oldum. Heyecan, mutluluk ve dikkatle baktım. Evet, onlar! Sakalar! Az sayıda da olsa geldiler işte!

Eskileri gibi alışık değiller. Sayıları çok daha az. Ürkekler, uzakta kalıp en ufak harekette korkup kaçıyorlar. Biraz durup gittiler.

Neredeydiler, ne oldular, ne olacaklar, bilemiyorum.

En azından bugün uzun bir ara ve umutsuzluğun ardından yeniden gördüm onları. Bu nedenle bugün diğer günlerden daha farklı, daha aydınlık oldu benim için. Sakalar geldi. Yeniden mi geldiler, yenileri mi geldi, gene gelecekler mi, dönüp gidecekler mi yoksa burada mı kalacaklar artık? Cevabını bilemediğimiz sorular… Dünya öyle değişiyor; öyle acımasızca, cahilce ve bencilce parçalanıp yok ediliyor ki, neyin geride kalabileceğini, neyin yok olup gideceğini kestirmek mümkün değil. Tek umudum doğanın kendini yenileyebilme, bozulanı düzeltebilme ve hesap sorabilme yeteneği. Ama ne yazık ki bunları canı istediğinde ve genelde çok geç yapıyor, her şey bitip yok olduktan sonra.

Ne yapalım? İnsan umut ettiği sürece yaşar. En azından bugün sakalar geldi.

4 Yorum

  1. Nusret Kantarcı Fisher

    Hayranlıkla okudum Harzem hocanın saka tutkusunu .. Böyle bir tutkum olmasını hep istemiştim ama hiç beceremedim malesef☺️

  2. Fatma Bayram

    Hayatın her boyutunu özenle ve emekle yaşayan insanlara hayranım. Kimbilir yaşamında ne olumsuzluklar, aksilikler, eksikler görmüş bir insanın bunlara odaklanarak söylenip durmak yerine güzellikleri görüp yaşatmaya, üretmeye odaklanması ilham verici. Bu yazı böyle insanların yaşarken oldığu gibi yazarken de nasıl başarılı olduklarının en güzel örneklerinden.

  3. Selcuk Sözen

    Etrafımda tanıdığım ve başarılı bulduğum akademisyen hekimlerin hemen hemen hepsinin çok değişik ve tutkuyla sahiplendikleri hobileri var.Belkide meslek yaşamlarındaki stresi böyle atabiliyorlar.Sayın Harzem hocamında doğa sevgisi tutkulu bir hobiye dönüşmüş.ve bunu yazısıyla çok güzel anlatmış.Şehirde yaşadığım için saka kuşunu tanımakta zorluk çekerim ama yazlığımın teras tavanında yuva yapmış ve her sene yavrulamaya gelen kırlangıçları iyi tanırım.Her sene üç dört yeni yavru sezon sonunda uçup giderler.Yuva çamur parçacıklarından minik minik dantel gibi tavana yapıştırılarak örülmüş çok sağlam bir yapı.Küçük bir girişi var.Kırlangıçların neslini devam ettirmek için verdikleri uğraşı görmek,yavrularını beslemek için gün içinde yüzlerce defa o yuvadan çıkıp geri gelmelerini izlemek çok harika ve ilgi çekici.
    Bu senede yeni yavruları uğurladık bakalım seneye yuvalarına gelecekler mi .Bu bir alışkanlık olsa gerek her sezon evi açarken gözlerim yuvanın ev sahiplerini arıyor,Umarım Harzem hocanın sakaları gibi arayı uzatmazlar.

  4. Mustafa Atalay

    Hayvan sevgisi, hayvanlarla ilgilenmek özel, özel olduğun kadar da çok zor, bir o kadarda zevkli. Düne kadar ben, hayvan sevgisini sadece ve sadece ufacık bir okşama, tatlı dil ve birazcık yemek vermek zannediyordum. Aslında çok derin, çok teferruatlı, bir o kadarda incelemekle, ilgilenmekle ilgi olduğunu anladım. Onların ne düşündüğünü ne yapmak istediğini anlamakla, davranışlarına, tavırlarına saygı göstermekle kalplerini kazanıp, onları kendinize bağlayıp, gerekli saygıyı ( abartılı bir terim gibi gelebilir, gerçekten size saygı duyabiliyorlar), sevgiyi görüp, yaşayabiliyorsunuz. Sokak köpeğim SAFİYE yeme dediğimi yemiyor, o suyu içme dediğimde içmiyor. Yanımıza yaklaşan kedi ve köpeklere karışma dediğim de onlara karşı sessiz kalıyor. Aslında semtimizin en hırçın, en uslanmaz köpeği idi. Bu değişim sevgi, saygı ve dürüstlükle oldu. Dürüstlük derken; ona ödül ve normal mama vereceğim dediğimde kesinlikle veriyor, onu aldatmıyor, kandırmıyorum. Özünde bir canlıyı birkaç defa kandırabilirsiniz. Ama güven kaybolduğun da bir daha kazanamazsınız. Ben Onu hiç ama hiç kandırmadım dersem yalan olmaz sanırım. O da bunun karşılığını bana uyum sağlayarak veriyor. Son bir şey daha söyleyip sözümü bitireceğim. Sokak kedisi ve köpeği birlikte ihtiyaç molası vermeye gittiğini hiç duydunuz mu? SAFİYE ile ŞEKERLİK birlikte uzun yürüyüşe çıkıyoruz. Saygı ve sevgilerimle en güzel günler sizlerin olsun! Ayrıca hocamıza da saygılar!!!

Bir yorum Yaz