Arama Sonucu:
KÜÇÜK SOSİ, DEDESİ AGOP VE ANNEANNESİ MANNİG İLE

Dedem hoşsohbet, bolca kahkaha atan, sevecen bir adamdı. Aynı evde yaşardık. Ben onun ilk torunu, gözünün bebeğiydim, evde olduğu zamanlar kucağından inmezdim. Koca göbekliydi, şekeri vardı ama sağlığını hiç ciddiye almazdı. Her akşam yemek öncesi insülin iğnesini kendi yapar, sonra da baklava ve börek dahil her şeyi bol bol yer, rakısını içer, annemin “Allah aşkına baba, yediğine içtiğine biraz dikkat et,” demelerine güler geçerdi. Belki de hayatı hafife aldığındandır, ailede en uzun o yaşadı. İyi de yaşadı, ciddi bir hastalık geçirmeden. Benim üniversitede okuduğum yıllarda, seksen üç yaşında, yemeği fazlaca kaçırdığı bir ziyafetin ertesi sabahı pat diye hiç çekmeden göçtü gitti.

Dedem zararlı her türlü tatlıyı, meyveyi yer ama sıra üzüme geldi mi hiç sevmediği için “Yoook, yiyemem! Şeker hastalarına zehirdir!” der, ağzına koymazdı. Yaz başından itibaren ağustos ortalarına kadar ise yememek için başka geçerli bir mazereti vardı: “Asdvadzadzin’den (Meryem Ana Yortusu) önce üzüm yemek geleneklerimize göre yasaktır, olmaz,” derdi. Bizim aile dindar değildi ama geleneklere saygı gösterilir, yasaklı zamanlar eve üzüm alınmazdı. Ayrıca, ailecek üzüme pek de meraklı değildik, belki biraz da o nedenle bu yasağa uymak zor gelmezdi.  

Meryem Ana Yortusu’nun, Ermenilerin beş önemli dinî bayramından biri olduğunu küçük yaşlarda öğrenmiştim. Ağustos’un 15’ine en yakın olan pazar günü kutlanırdı. O gün kiliselerde sepet sepet üzüm olur, yapılan ayin sonrası o üzümler kutsanır ve cemaate dağıtılırdı. Biz o tarihte Büyükada’da yazlıkta olurduk. Ermenilerin kadim dini olan Apostolik mezheptendik ama Büyükada’da bizim kilisemiz yoktu, Ermeni Katolik kilisesi vardı. “Ona gitmeyelim,” desek ta Kınalıada’ya gitmek gerekirdi ayine katılmak için. Sıcakta, pazar kalabalığında vapurlarda sürünmekten, sonra da Kınalıada’nın tepesindeki kiliseye tırmanmaktansa Büyükada’daki Katolik kilisesine giderdik yortu ayinine. Bizim gibi mezhep farkı gözetmeyen çok kişi vardı, öyle ki Katolikler bayağı azınlıkta kalırdı o gün kiliselerinde. Ortam kalabalık ve şenlikli olur, ayin sonrası kilise bahçesinde eğlenceli sohbetler edilir, biz çocuklar etrafta koşuşurduk. 

Sohbet faslı da bitince her haneye dağıtılan kutsanmış üzümümüzle eve dönerdik. Bunlardan tüm ev halkı yerdi. Ondan sonra da artık yasak kalkmış olur, isteyen gönlünce üzüm yiyebilirdi. Kutsanmış üzümler yenir, biter ama iş o kadarla sonlanmazdı. Geriye kalan dallar ve çekirdekler de kutsanmış olduğu için çöpe atılmaz, ya yakılır ya denize atılırdı. O yıllarda çevre kirletme bilinci olmadığından bizimkiler çoğu zaman çöpleri, küçük bir paket yaparak denize atarlardı. Ama ev sakinlerinin devamlı bir telaşı olduğu için iskeleye inen, vapura yetişecek olan hep o üzüm çöpü paketini yanına almayı unutur, evde birkaç gün üzüm çöpü krizi yaşanırdı. O günlerde bahçede mangal yakılıp ızgara yapılacaksa üzümün dalları ve çekirdekleri mangala atılırdı. Uzun yalvarmalarım sonucunda çöpleri mangala atma görevi benim olmuştu, o yüzden yortu günlerinde mangal yakılması için ısrar ederdim. Ailenin tek kıymetli çocuğuydum ama şımarmamam için öyle her istediğim yapılmaz, onun için de bu konudaki girişimlerim her zaman başarılı olmazdı. Bir kez dolambaçlı yollara sapmaya yeltendim, çöp paketini saklayıp mangal yakılan gün ortaya çıkardım. Başarılı da oldum ama ertesi yıl aynı numarayı yapmaya kalkıştığımda bizimkiler hemen durumu anladılar ve fena hâlde azarlandım, hem de babam tarafından. Beni nadiren azarlayan babam, hep aynı sözü kullanırdı azar girizgâhında: Kaşlarını çatarak bana eşu gıdor (eşek sıpası) diyerek söze başlar, sonra da yaptığımın niçin kötü bir şey olduğunu anlatırdı sakin sakin. Babam inançlı değildi, dinî açıdan kötü olduğu şeklinde yaklaşmamıştı olaya, bunun sahtekârlık olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Onun sakin ve alçak sesle yaptığı azarlar, annemin avaz avaz azarlarından çok daha ağır gelirdi nedense bana.

SOSİ ANTİKACIOĞLU, ANNESİ VİKTORYA VE BABASI ARA İLE

Bazı şeyleri sorgulama yaşına geldiğimde sonu gelmez sorular sormaya başladım etrafımdakilere, öyle ki annem, babam, dedem devamlı bana bir şeyler anlatmak zorunda kalırlardı. Bizim evde “Büyüyünce anlarsın, çok soru sorma, şimdi işim var anlatamam,” sözleri pek kullanılmazdı, o açıdan şımartılırdım. “Üzümle kilisenin ne ilgisi var?” sorusu da, tabii er veya geç aklıma geldi. Bu konularda en bilgili olan babamdı, o anlatmıştı bana Yortu’nun kökenlerini. Böylece çok tanrılı dinler zamanı oluşmuş mitlerin, efsanelerin şekil değiştirerek tek tanrılı dinlere aktarıldığını, üzüm seremonilerinin de bunlardan biri olduğunu, Ermenilerin yüzyıllar süren bir pagan geçmişi olduğunu ilk kez babamdan öğrendim.

Ermeniler, efsanelere göre, atalarının Nuh Peygamber soyundan türediğine inanırlar. Tufan’dan sonra Nuh’un gemisi Ağrı Dağı’na oturmuş, Nuh da o yörenin vadilerinden birinde üzüm yetiştirmeye başlamış. O yöre ve civarı Ermenilerin ana yurdu olmuş, üzüm tarımına da çok önem verilmiş. Üzüm en makbul meyve olarak kabul edilip ona “meyvelerin kralı” denilmiş. Bilinen en eski zamanlardan beri şarap üretilmiş o topraklarda. Üzüm yaz sonuna doğru olgunlaştığı ve bağlardaki olgunlaşmamış üzümlerin de heba olmaması için, ağustos ortalarına kadar üzüm yemenin yasaklanması antik çağlardan itibaren gelenek hâline gelmiş.

Çok tanrılı devirlerinde Ermenilerin kendi özel takvimleri varmış, yıl başları da bolluk ve bereketlilik zamanı olan ağustosta kutlanırmış. Navasart adı verilen yılın bu ilk ayında çeşitli kutlamalar yapılır, tüm mahsuller için tanrılara şükredilirmiş. Zamanla en önemli mahsul sayılan ve bereketi simgeleyen üzüm, diğer mahsullerin de simgesi olmuş ve bağ bozumunda özellikle üzüm mahsulü için şükran seremonileri tertiplemek önemli bir gelenek hâline gelmiş.

IV. yüzyıla varıldığında Hristiyanlığın gizliden gizliye süratle yayıldığı, bu yeni tek tanrılı dine inananların zulüm gördüğü herkesçe bilinir. O yıllarda Ermeni kralı III. Dırtad da Hristiyanlığı kabul edenlere türlü eziyetler etmiş, bir zamanlar çok yakını olan akrabası Krikor putlara tapmayı reddettiği için onu kör bir kuyuya attırmış. Yıllar sonra kral kötü duruma düşmüş. Bu konuda çeşitli efsaneler var; bazıları çıldırdığını, diğerleri ise domuza dönüştüğünü anlatır. O sırada, Hristiyanlığı gizlice kabul etmiş olan kralın kız kardeşi, gördüğü bir rüya sonucu kuyuya düzenli ekmek atan bir kadın sayesinde Krikor’un hâlâ sağ olduğunu, onu kuyudan çıkartırsa kendisini tedavi edeceğini söylemiş. Neticede, sonradan “aydınlatıcı” olarak anılan Krikor, gerçekten de kralı tedavi edip onu Hristiyan olması için ikna etmiş. Sağlığına kavuşan kral sadece kendisi yeni dini kabul etmekle kalmamış, ülke olarak kabul etme kararı almış. Böylece Ermeniler, MS 301 yılında Hristiyanlığı kabul eden ilk ülke olmuş. Ünlü imparator Konstantin’in kabul etmesi ise daha sonra, MS 312 yılında. Aydınlatıcı Krikor’un kurduğu Ermeni Kilisesi, ilk havarilerin çizgisinde şekillendirildiği için “Apostolik Kilise” olarak anılır. Dünyadaki Ermenilerin yüzde doksanından fazlasının bağlı olduğu bu kadim kiliseye, kurucusu Aydınlatıcı Krikor’a ithafen “Gregoryen Kilisesi” de denilir. Çok daha sonra Batı’dan gelen misyonerlerin öğretileriyle bazı Ermeniler Katolikliğe, az bir sayısı da Protestanlığa geçmiştir.

Yeni bir din kabul edilirken yüzyıllardan beri süregelen geleneklerden vazgeçmek kolay değil. Onun için, Hristiyanlığı kabul eden bütün toplumlar eski pagan geleneklerinin bir kısmını da yeni dinlerine dahil etmişler. Ermeniler de üzüm kutsama geleneklerini Meryem Ana Yortusu’yla birleştirmiş, takvimleri değiştikten sonra da kutsamalarını hâlâ hasat zamanı olan eski Navasart ayına denk gelen ağustosta yapmaya devam etmişler. Böylece üzümün, Ermeni Kilisesi’nde özel bir yeri olmuş.

VAN’DAKİ AHTAMAR KİLİSESİ’NİN DIŞ DUVARINDAKİ ÜZÜM MOTİFLERİ

Hristiyanlığın kabulünden sonra yüzyıllar boyunca Ermenilerin yaşadığı yörelerde, özellikle de Anadolu’da Meryem Ana Yortusu şevkle kutlanmış ve kiliselerin, manastırların taş duvarları hep üzüm motifleriyle süslenmiş. Bugün Van’daki Ahtamar Kilisesi’nde bu motiflerden bolca görebiliyoruz. Yortu arifesinde papazlar sağ ellerine makas, sol ellerine haç alıp köy köy gezerlermiş. Manastır olan yörelerde manastırın bahçesindeki, yoksa oraların muhtarının veya ağasının bahçesindeki üzümleri toplarlar, bunu yaparken bazı Müslüman komşuları da onlara yardım edermiş. Ertesi gün ayinlerle o üzümleri kutsarlarmış.

Meryem Ana Yortusu’nun üzüm kutsamalarından başka bir yönü daha var: Maryam’dan (Meryem) türemiş olan Mari, Mannig ve benzeri ismi taşıyanların da “isim günü”dür o yortu. İsim günü geleneği eskiden çok önemliymiş; bugünün yaş günü kutlamaları gibi tebriklere gidilir, ziyafet sofraları etrafında toplanılırmış. Anneannemin adı Mannig olduğu için, o gün evimize akın akın misafir gelirmiş tebrike. Ben yedi yaşımdayken anneannem vefat etti, onun isim günü kutlamalarını ancak hayal meyal hatırlıyorum. Sonradan yortu günü kiliseye gittiğimizde onun ruhu için mum yakar, sofraya oturduğumuzda da büyükler onunla ilgili anılar anlatırlardı. Bu anılardan biri de eski yortularda nasıl bazen akrabaların veya dostların anneannemin isim gününü kutlamak için ellerinde küçük birer bavulla geldiği, Büyükada’ya kadar gelmişken niyetlerinin birkaç gün bizde kalarak kısa bir tatil yapmak olduğu, anneannemin de o devirlerin misafirperverliğiyle hiçbirini geri çevirmediğiydi.

Meryem Ana, bütün Hristiyanlar gibi Ermeniler için de önemli bir figür. Çocukken annem beni kiliseye götürdüğünde elimdeki mumu çarmıha gerilmiş İsa önüne değil de kucağında bebek İsa olan Meryem Ana heykelinin önüne diktirirdi. Sonradan fark ettim annemin bunu koruyucu dürtüyle, acı çeken İsa’yı görmeyeyim diye yaptığını. Meryem Ana genç ve güzel, sevgi dolu gözlerle çocuğuna bakan bir anneydi benim için. Kendi annem gibi canlı cinli neşeli durmuyordu ama huzur veren bir görüntüsü vardı. “Bakire anne” olgusu üstünde de düşünmemiştim, dinî konulara fazlaca dalan insanlar değildik zaten biz ailecek. 

Meryem Ana konusunu deşmem uzun zaman sonra, orta yaşımda, hocalık yıllarımda oldu. Orta Çağ ve Rönesans eserlerini öğretirken “tapılası kadın”lara yazılmış birçok şiir okutuyordum. Bana garip gelen bir aşk türüydü bu. Ders hazırlarken konuyu iyice anlamak için araştırmalara giriştim ve bu şiirlerdeki kadınların Meryem Ana’nınkilere benzer bazı özellikler taşıdıklarını gördüm. Araştırdıkça dipsiz kuyu gibi yeni bilgiler keşfettim. Hiç bilmediğim, aklımdan bile geçmeyen gerçekler çıktı karşıma. Neticede binlerce yıl evvelki çok tanrılı devirlerden evrilerek, değişik kişiliklere bürünerek gelen özellikleri olduğunu keşfettim Meryem Ana’nın.

Bize ortaokuldan itibaren batı mitolojisini öğretmişlerdi; Odise’yi, İlyada’yı büyük bir keyifle okumuştum. Tüm Yunan ve Roma tanrı ve tanrıçalar panteonunu iyi bilirdim ama Anadolu’daki, örneğin Efes’teki panteonun daha değişik özellikleri olduğunu hiç bilmezdim. Batıdakinden değişik olarak Efes’te, Artemis’in en önemli tanrıça olduğunu o zaman öğrendim, halbuki batıda ondan daha önemli Athena vardı, Hera vardı. Efes’te en görkemli tapınak Artemis Tapınağı’ymış. İşin uzmanları, tanrıçayı “Artemis Ephesia” olarak adlandırıyorlar, Efes’e özel Artemis! Batınınkinden ufak farkları var: Örneğin, batınınki avcıların tanrıçasıyken doğudakinde bu özellik öne çıkmıyor. Ama hem doğuda hem de batıda, Artemis’in birçok özelliği Meryem Ana’nınkilere benziyordu. İkisi de bakireydi ama ikisinin de anne özellikleri ağır basıyordu.

Daha da eski zamanları araştırınca Artemis’in kökenleri çıktı meydana. Ana tanrıçalardan ünlü Kibele vardı örneğin Anadolu’da. Sonra bir baktım, Kibele de Kubaba’dan, o da Çatalhöyük’ün ana tanrıçasından evrilmişti. MÖ 7000-6500 yıllarından itibaren devamlı yeni kimlikler alarak günümüze kadar kesintisiz gelen, benzer özellikler taşıyan bir ana tanrıça kültü vardı ve son iki bin yıldan beri bu, Meryem Ana olarak anılıyordu.

Edebiyat öğretenin muhakkak din kitaplarını da karıştırması gerekir, ben de gerektiğinde İncil’e başvururdum. Yeni Ahit’ten, İsa’nın havarilerinden Aziz Pol’ün Hristiyanlığı yaymak için gittiği Efes’te büyük güçlüklerle karşılaştığını öğrendim. Efeslilerin Artemislerine bağlılığı o kadar kuvvetliymiş ki, İsa hakkında vaazlar veren Pol’ü erkek bir peygamber hakkında konuştuğu için dinlemek istememişler, şehirlerinden kovmuşlar. Ayrıca, işin bir de ekonomik yanı varmış: Artemis Tapınağı’nın etrafında gümüşten ufak Artemis heykelleri satılırmış, insanlar onları satın alıp evlerine koyarlarmış. Büyük paralar kazandırırmış o ticaret. Dükkân sahipleri işlerine zarar verir korkusuyla da yeni dine karşı çıkmışlar. Neticede, Artemis’in tahtına varis yeni bir tanrıça olmadan Hristiyanlığın kabul görmeyeceği apaçık meydana çıkınca Meryem Ana figürü önem kazanmış ve Artemis, Meryem Ana’ya dönüştürülmüş. Tapınaklar yıkılıp üstüne kiliseler yapılmış, o kiliselerin etrafındaki dükkânlarda da Meryem Ana heykelcikleri satılmaya başlamış. Kısacası Artemis Ephesia’nın şehri, Meryem Ana’nın şehrine dönüşmüş. Meryem Ana’nın oraya gelip yaşadığı, mezarının da oralarda olduğu söylense de bu tür bir şeyin ispatı olamaz tabii ki. Ama Efes’te günümüze kadar gelen, yılda sayısız yerli yabancı turist çeken bir Meryem Ana kültü olduğu bugün hepimizce bilinmekte.

YAPRAKLI ERMENİ HAÇI

Ermeni mitolojisi mercek altına alındığında Asur, Babil, Suriye, Frig ve en çok da Pers mitolojilerinden etkilendiği anlaşılır. Yunan etkisi daha sonraki yıllarda gelir. En eski zamanlarda Ermeniler tabiata, özellikle ağaçlara taparlarmış, sosi (çınar) ağacı da bunların en önemlisiymiş. O ağacın yapraklarının hışırtısı tanrılardan gelen mesajlar şeklinde yorumlanır, kehanetler yapmaya çalışırmış insanlar. Ailemin benim için uygun gördüğü Sosi ismi, eskiden beri kullanılan mitolojik özel isimlerden biri. Ağaç o kadar önemliymiş ki, Hristiyanlığa girmiş pagan ögelerden biri olarak haçta bile etkisini görürüz, üstünde çarmıha gerilmiş İsa figürü yerine dört kolunun ucunda yaprak motifleri vardır Ermeni haçının.

Ermeni mitolojisindeki tanrılar panteonu, Perslerinkine benzer birçok özellik gösterir. Örneğin Perslerin Anahita tanrıçası vardır, Ermenilerin de en önemli tanrıçası Anahit’tir ve bu ikisi arasında ufak farklar olsa da Artemis’e benzer özellikler taşır. Anahit, babası tanrıların başı Aramazt’ın yanı sıra panteondaki en önemli ikinci kişidir; bereket, bilgelik, şifa tanrıçasıdır. Bakiredir ama doğurganlık tanrıçasıdır, tüm yaratıkların anasıdır ve doğuran anaların ve ebelerin koruyucusudur. Su, bu üç tanrıça için de kutsaldır çünkü hayatın devamını sağlar. Meryem Ana kültünde de su, ayazmalar olarak sürekliliğini korur. 

ANAHİT – BRITISH MUSEUM

Bugünün Erzincanına yakın bir yörede eskiden muhteşem bir Artemis tapınağı varmış, daha sonra Anahit tapınağına dönüşmüş orası. Anahit’e “altın ana” derlermiş, som altından koca bir heykeli varmış o tapınakta. Navasart’ta, bugünün ağustos ortalarına gelen tarihte üzümler kutsanırken Anahit onuruna görkemli törenler yapılırmış. Ünlü Roma komutanı Marcus Antonius MÖ 34 yılında Ermenilerle savaşıp galibiyet kazandığında o tapınaktaki tüm kıymetli eşyaları talan etmiş, altın heykeli de parça parça ederek askerlere dağıtmış. Ermeni kralıyla ailesini esir almış, onları altın zincirlere vurarak İskenderiye’ye götürmüş. Efsaneler kralın, ailesini, özellikle de oğlunu kurtarmak için elinden geleni yapan onurlu bir adam olduğunu anlatır ama o, Marcus Antonius ve Kleopatra’nın elinde eziyet görmüş. Birkaç yıl esir olarak tutulduktan sonra da Kleopatra, kralın başını kestirip gözdağı vermek üzere yeni Ermeni kralına göndermiş.

Altın Anahit heykelinin parçalarına gelince, Roma’da yapılan görkemli bir kutlamada, doğuda Ermenistan’la olan savaşta bulunmuş bir komutan, kutlamanın Anahit’in bacağının küçük bir parçası ile karşılandığını imparatora söylemiş. Bugün artık Anahit’ten geriye kalan sadece bronz bir baş ve bir el, 19. yüzyılda Gümüşhane civarında bir köylü tarafından bulunmuş. Çoğu kez olduğu gibi, birileri onlara el koymuş, şimdilerde ise Londra’da, British Museum’da sergileniyorlar.

Hristiyanlığın kabulünden sonra Tanrıça Anahit kimlik değiştirir, Meryem Ana kültü oluşur. Eski Navasart ayındaki kutlamalar aynen devam eder, yine üzümler kutsanır ama artık o Anahit’in değil de Meryem Ana’nın yortusu olmuştur. Ağustos’un 15’ine en yakın günde kutlanan Meryem Ana Yortusu, öldükten sonra onun göğe yükseliş günü olarak kabul edilir. O gün kadınlar için özellikle anlamlıdır, çoğu kadın adaklarını o güne saklar.

EÇMİYAZİN KATEDRALİ – ERMENİSTAN

Bir zamanlar Artemis adına kurulan Ardimet şehrinde de muhteşem bir Artemis tapınağı varmış, sonradan Anahit bu tapınağı paylaşmış. O topraklarda yaşayan Ermeni kralları tarafından şehir yüzyıllar boyunca geliştirilmiş, şehrin ismi de birkaç kez değiştirilmiş ve en son Eçmiyazin adı verilmiş. Hristiyanlığın kabulünden sonra burası Ermenilerin kutsal merkezi olmuş. Dünyadaki ilk katedral burada yapılmış, inşasına 303 yılında başlanmış, yani 532’de yapımı başlayan Ayasofya’dan iki yüzyıl önce. Erivan’ın yirmi kilometre batısında yer alan Eçmiyazin, bugün de dünyadaki tüm Apostolik Ermenilerinin dinî merkezi. “Ana Kilise” olarak anılan Eçmiyazin Katedrali hâlâ ayakta dimdik duruyor. Temellerinin altında ise Hristiyanlığın kabulü ile yıkılmış olan o muhteşem Artemis/Anahit tapınağı yatıyor.

8 Yorum

  1. Aynı yıllarda beraber okuduğumuz ve sonradan Boğaziçi Ünivdersitesi’nde meslektaş olarak ders verdiğimiz sevgili Sosi’nin yazısını büyük bir zevkle okudum. İnsan belli bir yaşa gelince eskiye ait konulara, geleneklere, yaşanmışlıklara çok daha fazla anlam yüklüyor ve onlafrı çok daha derinden anlıyor. Kalemine sağlık:-)

  2. Meral Kurulay

    Bilmediğim ne çok şey varmış, keyifle okudum. Teşekkür ederim.

  3. Perihan Erengüç

    Bu konularda üniversiteden kalma biraz mitoloji bilgimin dışında ne kadar az bildiğimi anlattı bu yazı bana .İlgiyle okudum.Eline sağlık.Teşekkürler, bizleri aydınlattığın için.

  4. Necati Hakoğlu

    Çok aydınlatıcı ve güzel bir paylaşım olmuş.Teşekkürler..

  5. şafak bulutoğlu

    Okurken bu kültürle ilgili ne kadar az bilgim olduşunun farkına varınca acaba bir sonraki cümlede ne okuyacağımın merakıyla ilerledim satırlar arasında . Bizimle bunları paylaştığın için çok çok teşekkürler

  6. Yasemin Copuroglu

    Bu güzel yazı ve bilgler için çok teşekkür ediyorum. Arkeoloji artı mitoloji meraklısı olarak çok severek okudum.

  7. Kubra Dogan

    Bizi böylesi güzel bir kültürün önemli detaylarıyla buluşturduğunuz için teşekkürü borç bilirim. Sıcacık bir Ağustos gününü zihnimde canlandırarak okudum. Çok değerli çalışmalarınızla var olun. Söyleşi için sabırsızlanıyorum.

  8. Esin Arkan

    Büyük bir ilgiyle okudum ve bu konularda ne kadar az şey bildiğimi farkettim. Müsait olursam söyleşiyi de izlemek istiyorum. Bu yazı bile bana yeni ufuklar açtı, kimbilir söyleşi nelere yol açar.

Bir yorum Yaz